Yıllar evvel hanımın birisi, telefonla bir soru sormuştu. Hanım eşi ile cinsî problemler yaşadığı için tabiî yolla hâmile kalamadığından, tüp bebek tedavisine başvurmuşlar. O gün olgunlaşan embriyonun rahim duvarına yerleştirilmesi gerçekleşecekmiş. Eşi bir banka müfettişi olup:
“-Önemli bir teftişimiz var!” diye eşine eşlik edememiş, kadını yalnız bırakmış.
Hanım hastaneye gidince, “doktorun yenice, bir yakınının vefat haberini aldığını ve apar topar çıktığını” öğrenmiş ve yeni bir randevu alıp evine dönmüş.
Ancak eve döndüğünde hiç beklemediği bir manzara ile karşılaşmış ve kocasını işyerinden başka birisiyle yakalamış. Kadın, aynı iş yerinde çalışan bir başka erkeği görünce ne diyeceğini bilememiş. Diğer adam hemen çıkmış. Eşi, hanımı sakinleştirmeye çalışsa ve:
“-Biz çalışıyorduk, hiçbir şey zannettiğin gibi değil.” dese de durum açıkmış.
Sorusu, bu tüp bebeği yaptırmalı mıyım, yaptırmamalı mıyım? Belli ki ortada baba olacak bir adam yok!. Kendisini riske atsın mı, atmasın mı? Adam biyolojik olarak erkek olduğu hâlde psikolojik yönden kendisini kadın gibi hissettiği için farklı tatmin yollarına başvurmaktaymış.
Cenab-ı Hak, Hucurât Sûresi’nde:
“Ey insanlar! Şüphe yok ki, biz sizi bir erkek ve bir dişiden yarattık ve birbirinizi tanımanız için sizi boylara ve kabilelere ayırdık. Allah katında en değerli olanınız, O’na karşı gelmekten en çok sakınanınızdır. Şüphesiz Allah hakkıyla bilendir, hakkıyla haberdâr olandır.” (el-Hucurât, 13) buyuruyor.
Nisa Sûresi’nde de:
“Ey insanlar! Sizi bir tek nefisten yaratan ve ondan eşini yaratıp ikisinden birçok erkekler ve kadınlar üreten Rabbinizden korkun; kendi adına birbirinizden dilekte bulunduğunuz Allah’tan ve akrabalık (bağlarını koparmak)tan sakının. Şüphesiz Allah sizin üzerinizde gözeticidir.” (en-Nisâ, 1) buyurmaktadır.
Özellikle cinsiyet hususunda sakınmamızı ve cinsiyete, cinselliğe dair hususlarda “el- Alîm”, “el-Habîr”, “er-Rakîb” isim ve sıfatlarını zikretmesi, bu hususun çok hassas bir durum olduğuna işaret etmesi bakımından dikkate şâyândır. Zira temiz bir neslin devamı, rûhen ve bedenen sağlıklı evlatlar için bozulmamış anne-babaya ve sınırlı net çizilmiş bir cinsiyete ihtiyaç vardır. Bu da bozulmamış bir toplum demektir.
Cenâb-ı Hakk’ın erkek ve kadın olarak iki cinsiyetten yarattığını bildirdiği insanlığı; bugün bilim dünyası dört ayrı cinse çıkararak değiştirmiştir. Bugün bilimsel çevreler “erkek”, “dişi”, “androjen” ve “iki cins birden karışık” olup yani biyolojik olarak görünen cinsiyet ile psikolojik olarak aynı doğrultuda hissedilmeyen kendi cinsine meyilli tip cinsiyetlerden bahsetmektedir. Bunlar içinde “androjen” denen cinsiyet ise, bir cinse ait biyolojik bedene sahip olmakla birlikte, yüz ve vücut hatları olarak her iki cinsi de andıran, rûhî açıdan kadın ve erkeğe dair en güçlü özelliklere sahip olduğu söylenen kimselerdir. Bu üçüncü tipin varlığı ve özellikleri ısrarla vurgulanmakta ve insanlar, bu tiplere teşvik edilmektedir.
Günümüz gençliği, kendisine yakıştıktan sonra erkek de olsa kadınsı kıyafetler giyebileceğini, kadınsa erkeksi kıyafetler giyebileceğini söylemekte, bunun “kişisel özgürlük” alanına girdiğini ve bu durumun kimseyi ilgilendirmeyeceği görüşünde…
İslam Dini, insanoğlunun haddini aşıp sınırları zorlayacağını, hatta kendi kurallarını kendisi koymak isteyeceğini bildiği için kılık-kıyafet seçiminde çok hassas ölçüler koymuştur. İki cinsiyetin de cinselliklerine büyük ölçüde tesir edecek kıyafetlere, avret mahallenin sınırlarına, kullandığı renklerden kumaşlara kadar hepsini titizlikle tayin etmiştir. Kadınlara ve erkeklere, şeffaf, içi dışını göstermeyen, “erkeğinki kadınınkine, kadınınki ise erkeğin kıyafetine” benzemeyen, farklı bir dînin sembol özelliklerini taşımayan, dar olup vücut hatlarını belli etmeyen kıyafet seçimini kural olarak koymuştur.
Başörtüsü ve dış kıyafet emri ile ruh dünyasına zehir tesiri yapan bakışlardan kadınları korumuştur. Kadın-erkek bir arada başbaşa kalabilecekleri ortamlarda bulunmalarını yasaklamak, sesin tonlamasına çok dikkat edip ciddiyete davet etmekle insan nesline çok büyük rahmet etmiştir. Çünkü bugün bilim açıklamaktadır ki, kadın ve erkeklerin dikkatsizce davrandıkları ortamlarda büyük bir enerji vampirliği yaşanmakta, özellikle de kadın rûhen kendisini çırılçıplak hissetmektedir.
Erkek çocuklarının daha çok babaları ile vakit geçirmeleri, cinsel ruh sağlığı açısında çok önemlidir. Atıcılık, binicilik öğrenmekle erkeklere ait hormonların salgılanmasının üst seviyede olacağı, erkek çocukların kendilerini erkek gibi hissetmelerini sağlayacağı ve kendilerine güvenlerinin artacağı da Peygamber Efendimizin hadisinin hikmetine işaret etmektedir.
Vazife yaptığım yerlerden birinde devamlı annesi ve iki yengesi ile birlikte gezen, Kur’ân kursuna da onlarla gelen altı yaşlarında bir oğlan çocuğu vardı. Çocuk yengelerinin giyimlerine özenir, makyaj malzemeleri ile oynamak isterdi. Bir keresinde tırnaklarına çiçek yapraklarını yapıştırıp:
“-Oje yaptım, güzel olmuş mu?” diyerek gelmişti yanımıza.
Kadın oturmaları, kadın eğlenceleri, kadın gezmeleri; erkek çocukların ruh dünyasında çok büyük yaralar açmakta… Özellikle evde en çok annenin sözünün geçip, “baskın bir anne” yanında “silik bir baba” imajı da o çocuğun ilerde eşine bir erkek gibi davranmasına engel olmakta… Bugün erkeksileşen kadınlar, toplumsal yaralarımızın en büyüklerinden…
Sosyal medyada dolaşan bir yazıda, Batılı bir kadının kızına kıyafet almak için mağaza mağaza dolaştığını, ama kız çocuğu kıyafetlerinin cinsel istismarı teşvik eden kısalık ve dekoltelikte olduğunu görüp bunun cinsel istismarcılara davetiye olduğunu ve annelerin mağazalarda satılan kız çocuğu kıyafetlerini satın almayıp kendilerinin dikmesini istiyordu. Kız çocuklarının ilk çocukluk döneminde tamamen cinselliklerini ortaya çıkaracak kıyafetler satılmakta mağazalarda... Kısa eteklerle, kadınsı özellikler taşıyan resimlerle süslü elbise, etek, tişört ve gömlekler ile şuuraltlarına:
“-İşte böyle olmalısın! Kadın cinselliğini sergilemelisin!” mesajı almakta minicik kız çocukları…
Kız çocuklarının oyuncakları daha beter!. Pembe, mor renklerle bezenmiş, bebek olmaktan çıkmış, tüm hatları ile hiç de mâsum görünmeyen kadın sindy bebekler, vitrinlerde… Kız çocuklarının oyuncakları, onların zihinlerini iyi yönde geliştirecek şekilde değil; makyaj malzemeleri, lüks, yüzme havuzlu minyatür evlerle, dekolte bebek elbiseleri, saç süsleme ve dövmelerle süsleme amaçlı bir sürü objelerden oluşan kombine oyuncaklarla gerçeklerden çok öte bir hayal dünyasına hapsetmekte…. Bir hanımın kızına bu tip bebekleri alması akıl işi değildir. Okul çantalarından tutun da çarşaflarına varana kadar, bu imajı taşıyan resimlerle bir arada olması, kendisini Allâh’ın değil, karşı cinsin kulu hâline getirecek ne büyük yanlışların içine sokacaktır; durumun vehametini akıl edemeyiz bile…
Yıllarca kadınların üzerinde çok büyük oyunlar oynandı ve fıtratlarının dışında depresif, mutsuz bir sürü kadın meydana getirildi. Cenâb-ı Hakk’ın koyduğu sınırlar ihlal edilince hastalıklı bir sürü tip ortaya çıktı. Bugün genç kızlara bir baksak; özellikle de dînî hassasiyeti olanların iç kıyafetlerinin dînî hassasiyet taşımayanlar ile aynı olduğunu esefle görürüz. Etek ve elbise giymez, pantolon ve tunik giyerler. Her iki grup da dar kotlar giyer. Her iki grup da unisex (iki cinsin kullanacağı türden) ayakkabıları giymeyi çok sever. Çocukluğunda kadınsılığı, cinsel bir obje oldukları ön plana çıkarılmak istenen kız çocukları, gençlik döneminde ise erkeksileştirilmek için uğraşılmaktadır. Kızların birbirlerine hitaplarına bir dikkat edersek:
“-Lan! Hacı! Abi!” vb. erkeklerin erkek arkadaşlarına kullandıkları hitapları kızlar, kız arkadaşlarına söylemektedir. Kişinin dili ile gönlü farklı değildir ki… Dilden gönle giden yol olduğunu bilenler bilir ki; gönlü bu tip yakışıksız hitaplar harap etmektedir.
Fertlerin bir de toplum içerisinde ele alınan cinsiyet özellikleri vardır. Buna da “toplumsal cinsiyet” denir. Kısaca, kadın ve erkeğe verilen roller ve onların toplumdaki sorumluluklarını toplum belirler. Geçmişte dinimizin yol göstericiliği ile “evin geçiminden erkek sorumludur, dışarı ile bağı erkeğin kurması gerekir, cesur güçlü ve mantıkla hareket eden varlıklar erkek olması istenir”di. Kadınsa “erkeğin korumasına muhtaç, eşine bağlı, âilesi için evini estetik hâle getirip, yaşanılır kılan evin şefkat timsâli olması gereken varlık” rolü biçilirken bugün “toplumsal cinsiyet rolleri” büyük erozyona uğramıştır.
Kur’ân-ı Kerîm, kişiyi hem bedenen, biyolojik, hem ruhen hem de toplumsal olarak; erkekse “tam bir erkek”, kadınsa “tam bir kadın” olması için gerekli bütün hükümleri koymuşken biz bu evrensel hükümleri nefsimiz için delmiş bulunmaktayız. Ama bu durum bugün bizim, özellikle de kadınların hayrına değil.
Kız çocukları, çalışmaya heveslendirilerek ikinci bir girdabın içine sokulmaktadırlar. Kadın fıtratı naiftir; babası ve eşinden başka kimseden bir emir almayı kaldıramazken çalışma ortamlarında patronlarının, meslektaşlarının ağır baskısına mâruz kalmaktadırlar. “İyi bir iş kadını olacaksan erkek gibi düşünmelisin, acımasızca rekabet etmelisin!” gibi düşüncelerle kadın, naifliğini, şefkat ve merhametini kaybetmektedir. Bugün çalışan bütün kadınlar çok iyi bilirler ki, kadın patronlar, erkek patronlardan daha merhametsizdir. Zira o kadar çok rûhî yıpranma yaşamıştır ki, olan rûhî yapısı da ifrattan ayarını kaybetmiştir. Bir de bir arada çalışmanın verdiği rahat davranma; kadın ve erkeğin birbirlerine karşı seviyeli ve ciddi duruş sergilemelerinin önüne geçmektedir. Hal böyle olunca, gerek kadın, gerek erkek uzun süre kendisini zorlayamayacağı için tabiî hâline dönüp, birbirleri ile gülüşüp, şakalar yaparak, girdiği günahın dışında çok fazla nâmahremle göz göze gelip enerji dünyasında büyük sömürülere maruz kalmakta; kendisini yorgun, öfkeli, eşine ve çocuklarına karşı tahammülsüz hissetmektedir.
Bizler sadece fizikî bedenlerimizden ibaret değiliz. Vücudumuzun etrafında bir de enerji alanı var. Burası tıpkı ikinci bir beden gibi, etrafımızı sarar ve bize hayat sevinci verir. Kur’ân-ı Kerîm, bu ikinci elbisemizin “takvâ elbisesi” olması gerektiğini bildirir. Ve bu kıyafetin çok daha önemli olduğunu beyân eder. Bu alanda bulunan enerji, kişinin duygu ve düşünceleri, korkuları, endişeleri, önyargıları ya da hayat şekli ile biçimlenmeye başlar.
İmam Fahreddin Râzî, nazar değmesi hâdisesini şöyle açıklar:
“İnsan bir şeyi beğendiği zaman ya hoşuna gittiği için o şeyin kalmasını ister ya da ondan rahatsız olur, sahibinin elinden çıkmasını ister. Her iki istek de ruhta ısınma meydana getirir. Ama ruhun ısınma derecesi aynı değildir. İşte bu algıların tesiriyle oluşan ısınma, gözden, beğenilen nesneye doğru bazı parçaların (ışınların) akmasına sebep olur. Gözden yansıyan bu parçalar (ışınlar), beğenilen şeye, zehir veya ateş gibi tesir eder.”
“Demek ki öfkenin bedende bir hükmü olduğu gibi gözlerin de bakışlarına göre karşılarındakine iyi veya kötü bir hükmü, tesiri olur. Kimi elektrik gibi dokunur, çarpar, mıknatıslar, manyetize eder, kimi meclûb olur, kimi de aldığı teessürle (etkilenmeyle) hasedinden bir ğayze (kine) düşer, türlü türlü suikasta kalkışır ki, bunun hangisi olursa olsun hedefine erdiği sûrette «isâbet-i ayn» (göz değmesi) veya «nazar» tâbir olunur.” (Hak Dini Kur'ân Dili: 7/5305)
İki insanın ilişki kurmaya başlamasından itibaren enerji alanları arasında gözle görünmeyen bir bağ oluşur. Kadın ve erkek arasındaki enerji balonları, görünmeyen kancalarla birbirine bağlanır. İşte o dakikadan itibaren, artık iki kişinin duyguları, düşünceleri, korkuları birbirine akmaya başlar. Bugün enerji geçişleri bir araştırılsa, çalışma hayatının kadını nasıl posaya çevirdiği, kocasına karşı cinsî vazifelerini yapmaktan alıkoyduğu ortaya çıkacaktır. Okuduğum bir makalede güzel ve bakımlı kadınların işten eve dönünce eşlerinin öfkesi ile karşılaştıklarını anlatıyordu. Karşı cinsin zehirli nazarları ile mânevî enerjisini kaybeden bir kadın, eşinin mânevî saldırıları ile karşılaşmakta idi.
Kadını duygusal sömürdükten sonra en büyük sömürüyü erkek rolünü yükleyerek yapmış modern hayat... Çalışma hayatı ve giydiği pantolonla erkeksi çizgiler taşıyan gömlek ve tişörtlerle erkeksi hareketleri de beraberinde getiren kadın, kocasına kafa tutup, onu beğenmemekte, her işi kendisi üstlenerek gönlüne ve ruhuna ne büyük yük yüklemektedir.
Erkekler de baktılar ki, kadınlar bütün işleri yapıyor; hoşlarına gitti, tembelliği çok sevdiler. Bir yandan “çocukken yüklenen kadınsı imaj” ile, daha sonra teşvik edilen “erkeklerle hiçbir farkımız yok, biz de her işi beceririz!” düşünceleri ile kadınlık ve erkeklik savruldu. Fetva Seminerinde hoca şöyle bir tahminde bulunmuştu:
“Bugün kadınlar erkeklerle birlikte çalışıyor, erkekler de çalışan kadınlar evlenmeyi çok istiyor. Göreceksiniz zaman gelecek sadece kadın çalışıp erkeğe bakacak!..”
Kâbus gibi bir tahmin, lâkin ihtimal dâhilinde... Çünkü bir cinsiyetin durduğu yeri bilmemesi, şaşırması, diğer cinsiyeti de yerinden eder.
Bugün en marazî durumlardan birisi de moda ile “androjen” denen çift cinsiyetin pompalanması… Moda dünyası, bunları manken olarak seçiyor artık... Gazetelerde boy boy röportajları yayınlanıyor. Bu kişiler, kendilerini “cinsiyetsiz” olarak tarif ediyor ve her iki cinsin de güzel olan yanlarını üzerlerinde taşımanın çok eğlenceli olduğunu söylüyorlar. Androjen bir erkeğin en çok da ipek kıyafetler ve kadınsı renkleri giymeyi sevdiğini söylemesi beni hiç şaşırtmadı. Demek ki ipek kumaş, erkekte kadınsı hisleri açığa çıkardığı için Peygamber Efendimiz tarafından yasaklanmıştı, yani erkeklerin mâneviyâtının târumâr olmaması içindi bu yasak… Bu unisex, yani her iki cinsin de giyebileceği tek cinsiyetli bir yapılaşmanın teşvikidir. Bu, dünyanın helâkı demektir. İlerde “taşıyıcı anneliğin” kapısını açacaklar demişlerdi hocalarımız, bunlara işaret ile… Kadı neden fetva verirken kavuğunu takar? Neden din adamlarının cübbesi vardır? Neden avukat davaya girerken cübbesini giyer? Çünkü kıyafet, kişiyi yapacağı işe hazırlar. Kişi, kıyafeti ile rûhunu şekillendirir. Namazda kıyâfet, rûhun hazırlanması için çok önemlidir.
Nesillerin inkıtaya uğraması, rûhî bir yığın alaboralar ve beraberinde getireceği yok olan âile yapısı… Kendisini, en kutsal âidiyet yuvasından ve uçması için gerekli iki kanadı olan anne ve babadan mahrum bulan nesilleri, kim bilir daha neler beklemekte…
Araf suresi 22. âyet-i kerîmede:
“(Şeytan) Bu sûretle onları kandırarak yasağa sürükledi. Ağaçtan tattıklarında kendilerine avret yerleri göründü. Derhal üzerlerini cennet yapraklarıyla örtmeye başladılar. Rableri onlara, «Ben size bu ağacı yasaklamadım mı? Şeytan size apaçık bir düşmandır, demedim mi?» diye seslendi.” buyurulmaktadır.
Tedebbür edince anlıyoruz ki, insan harama el uzattığı an, özellikle iffetinden çok büyük şeyler kaybetmekte… Hele de haramdan bir lokma bile olsun yiyince… Bir başka âyette:
“Ey Âdemoğulları, şeytân, ana-babanızı, çirkin yerlerini onlara göstermek için elbiselerini soyarak cennetten çıkardığı gibi, sizi de (şaşırtıp) bir belâya düşürmesin! Çünkü o ve kabilesi, sizin onları göremeyeceğiniz yerden sizi görürler. Biz şeytanları, inanmayanların dostları yaptık.” (el-A’râf, 27) buyurulmakta…
Bu âyet-i kerîme ise, kadın ve erkek, harama el uzattıkları an Allâh’ın insanoğlu için yaratmış olduğu en güzel süs elbisesi olan “takva elbisesi”nin çok büyük yara aldığını göstermekte... İşlenen günah ile yırtılan takva elbisesinin yok olduğunu hemen fark eden şeytan, onun bu zayıf hâlinden faydalanarak kendisine yaklaşmakta ve kendisine her türlü kötülüğü rahatlıkla yaptırmaktadır.
Bu dönem, müslümanın çok uyanık olması gereken bir fitne dönemidir. En çok müslümanın ruh dünyası ile oynanmakta ve mânevî olarak savunmasız bırakıp sonra da her türlü saldırı yapılmaktadır. Helâl ve temiz yemek, kişiyi şeytanın adımlarından uzak tutmaktadır. Allah’a kul olmak, yani ibadetler, kişiyi mânen tedavi edip, başkalarının o kişiyi kullanmasının önüne geçmektedir. En büyük duâmız, kişiyi yaratıp kendisi için en hayırlısını tayin ve takdir eden Allâh’a emanet olmamızdır.
YORUMLAR