2014 yılının Şubat sayısında (108. sayı), Bursa’da Dilruba Evleri kurucusu Hatice Okur Hanımefendiyle yaptığımız röportajımız çok ses getirmişti. Hatice Hanım, o günlerden bugüne boş durmadı. Hizmeti büyüdü, çeşitlendi. Bursa sınırlarını aştı. Büyüklerimizin arzusu, siz okuyucularımızın bu röportaja ilgisi sebebiyle Hatice Hanım ile yine, yeni hizmetleri hakkında röportaj yaptık.
Sevgili okuyucularımıza tavsiyemiz, ilk röportajı okumayan varsa, öncelikle ilk röportajı okumalarıdır. Röportajımıza Şebnem Dergimizin (www.sebnemdergisi.com) internet adresinden ulaşabilirsiniz.
Buyurun… Hizmette ufkun ne kadar da genişleyebileceğine, bir insanın istedikten sonra, Allâh’ın dinine hizmet edecek ne kadar çok kapısının bulunduğuna ve bunun için yapılan fedakârlıklara tekrar şâhit olmaya… Hattâ daha da önemlisi, örnek almaya ve Yaratan’dan ötürü yaratılanlara olan muhabbet ve hizmetin, kulu hangi kalp kıvamına getireceğini görmeye…
Hatice Hanım, yıllar sonra tekrar birlikteyiz. Hayatınızda neler değişti, bu zaman zarfında…
Yıllar önce sizinle yaptığımız röportajdan sonra bize çok dönüşler oldu. Hâlâ da devam ediyor. Çeşitli şehirlere gittiğimde:
“-Röportajı okumuştum, çok etkilenmiştim, niye devamı gelmiyor?” diye soruyorlardı.
Anladığım kadarıyla insanları ara ara haberdar edip bilgilendirmek gerekiyor. Bu, bizim destek bulmamız açısından da çok bereketli oluyor. O röportajın yayınlanmasından sonra birçok vakıf, dernek ve kişinin bize maddî-mânevî desteği oldu.
Yıllardır bu hizmetin içinde devam ediyoruz, hattâ hizmet çeşidimiz arttı, elhamdülillâh... Ben bu hizmeti, “Onlar, zarara uğramayacak bir kazanç umabilirler.” (Bkz: Fâtır, 29) âyet-i kerîmesinin sırrı içinde görüyorum.
Bu, Rabbimle yapılan bir ticaret âdeta… Bir zamanlar imkânsızlıklar içinde, evimin köşesinde başladığım, Rabbimizin lütf u keremiyle büyüttüğü bir hizmet oldu. Allâh’ın bize verdiği iki nimet var; enerji ve zaman… Bunu Allah yolunda kullandığınızda, ikisi de artar. İşte eğer Allah nazarındaki kıymetimizi öğrenmek istiyorsak, bu zaman ve enerjiyi nerede kullandığımıza bakmamız lazım! Allah yolunda kullanıyorsak, doğru yol üzerindeyiz. Şer işlerde kullanıyorsak iyi bir kul değiliz.
O yüzden hizmeti bir nîmet bilmeliyiz, yoksa o nimet elimizden alınır. Her sabah kalktığımda kendime şöyle derim:
“-Hatice, bak bakalım, Rabbin bugün hangi hizmet kapılarını açacak? Aman değerlendir, yoksa senden o hizmeti alır, başka Haticelere verir!” diyorum.
Gerçekten Allâh’ın çok Haticesi var, ben özel değilim. Bu hizmeti yaptıkça mutlu oluyorum. Tabiî ki kolay değil! Bana seminere gittiğim yerlerde diyorlar:
“-Bize de duâ et, biz de sizin gibi hizmet edelim. Yediğinden yiyelim, yanında oturalım; bize de bulaşsın!”
Bu iş böyle kolay bir iş değil! Bu, İslâm’ın anlayışına ters! Bazı dünyevî zevklerden fedakârlık yapmadan olmuyor. Tek sizin değil, âilenizin, çevrenizdekilerin de çok sabırlı ve fedakâr olması lâzım. Eskiden küçük oğlum:
“-Annem kesin iki saat geç gelir!” derdi.
Biliyordu, mutlaka bir iş çıkacak, ben de onu yapmadan duramayacağım ve eve geç kalacağım.
Büyüklerimiz hep bize nasihat eder ya; “Ânlarınızın kıymetini bilin!” Ben de her an karşıma çıkan hizmetleri değerlendirmeye ve ânımın kıymetini bilmeye gayret ediyorum.
En son ziyarete geldiğinizde, biz eski bir binada on iki-on üç yaşlıya bakıyorduk. Bir de çocuklu genç annelerimiz vardı, o zaman o annelerden bahsedememiştik. Onları resmî olarak nasıl barındıracağımızı bilmiyorduk. Sonra öğrendik ki, onların resmî prosedürü, “Kadın Sığınma Evi”ymiş. Biz dernek olarak mağdur insanları, süresiz misafir edebiliyormuşuz. Biz de onları misafirhanemizde ağırlamaya başladık.
Kim bu çocuklu genç anneler, siz onları neden misafir ediyorsunuz?
Meselâ gençlik hatası ile lise çağında hâmile kalmış, âilesi tarafından dışlanmış kızlar… Çünkü âile, toplumdan çekiniyor. Ve:
“-Benim böyle bir evlâdım yok!” diye sokağa atıyor.
Kucağında bebekle gidecek yeri yok! Çünkü bu anne, bebeğinden ayrılmak istemiyor. Biz onu misafir ediyoruz, kendi hatasının farkına varıyor. Bir işe giriyor. Bu esnada biz çocuğuna kreşimizde bakıyoruz. Çoğu kızımız düzelip bir yuva kurarak aramızdan ayrıldı. Böyle kızların, 13-14 çocuğunun anneannesiyim. Kızlara da annelik yaparak, yol göstererek onları tekrar kazandık. Kimisi okudu, kimisi meslek edindi, kimisi evlendi, elhamdülillah! En önemlisi yanıma gelip:
“-Hatice Abla, ben de sizin gibi kapanmak istiyorum!” diyor. Ben de:
“-Neden, ben size tesettürü anlatmadım ki?!” diyorum. Onlar da:
“-Anlatmana gerek yok, yaşayarak sevdirdin ya!” diyorlar.
Namaza başlayanlar da çok oldu elhamdülillah, ben onlara oturup namaz, tesettür, farz diye ders anlatmadım hiç… Ama onlar yaşantıda görünce etkileniyorlar.
Onları sadece barındırmıyoruz; çocukları da anneleri de eğitmeye, değerlerimizi aşılamaya çalışıyoruz. Bazıları diyor ki:
“-Ne yapalım, bizim kaderimiz böyleymiş! Allah benim bu hataları yapmamı istemiş…”
“-Yok, kızım!” diyorum, “Allah sizin hata işleyip toplumda bu hâle gelmenizi istemedi. Siz o hatayı kendi irâdenizle seçtiniz, hatanızın farkına varın, pişman olun, o hatadan uzaklaşın ki, bir daha yapmayın!”
Yoksa hatayı kadere atarsa, hataların sonu gelmez. İrâde ve sorumluğumuzu anlatıp doğru yolu gösterince yine kendi irâdeleri ile düzelecekler. Bazıları da anne-babalarını suçluyor.
“-Anne-babanız suçluysa, siz suçlu olmak zorunda değilsiniz ki… Allah sana akıl vermiş, Peygamber göndermiş. Bakın, ilk emir «Oku!»… O zaman okuyacaksın, doğruyu öğreneceksin, düşüneceksin!” diyorum.
Bir müddet düşününce bana hak veriyorlar. Çocukları aynı hataya düşmesin diye küçükten onlara eğitim ve öğretim veriyoruz, bu yüzden kreşimiz var.
Veya kadın kanser hastası olmuş, kocası terk etmiş. Tedavisi var, bakıma muhtaç… Çocuklarının da bakıma ihtiyacı var. Biz burada devreye giriyoruz. Çocukları okula gidiyor, geldiklerinde sıcak yemek ve ders çalışabileceği bir etüt ortamı sunuyoruz. Anneyi de kurumumuzun servisi ile kemoterapiye getirip götürüyoruz.
Bu tür mağdurların hiç akrabası da mı yok?
Var da yok! Asıl öksüz bunlar bence… Akraba var, ama kimse dönüp bakmıyor. Veya:
“Benim de sıkıntılarım var; evim müsait değil! Maaşım ancak kendime yetiyor.” diyor.
Diyanet’ten de kadın sığınma evlerine veya huzur evlerine gidenler var. Hiç destek aldınız mı?
Biz özel destek istemedik, ama sağ olsun Diyanet isteyenleri görevlendirmiş. Üzülerek söylüyorum ki, gelip mesâî harcamadan imza almak isteyen hocalar oldu. Mutlaka canını dişine takarak hizmet edenleri de vardır. Ama bize gelenler böyleydi maalesef! Bana gelip:
“-Hatice Abla imza atar mısın?” diye aylık çizelge getiren hocalara:
“-Kusura bakmayın, atamam. Atarsam kul hakkı olur; siz buraya uğramadınız, bir mesâi harcamadınız!” dedim.
Ama bizim kendi personelimiz Perşembe akşamları yaşlılarımızla salavat getirirler, Kur’ân okurlar. Namaz vakitlerinde hatırlatıyoruz:
“-Ezan okundu, abdest almak isteyen var mı?” diye… Sorarız, abdest aldırırız.
Bazen de çocuk gelişim mezunu çalışanlarımız, çeşitli etkinlikler yapıyorlar. Çalışanlarımızı bu mânâda bilgili ve bildiğini yaşayan insanlardan seçmeye gayret ediyoruz. Çünkü bizimle çalışmak kolay değil!
Dînî duyguları zayıf olanlar, mümkün değil sabredemez. Ancak Allah rızâsına tâlip olanların yapabileceği bir iş, diyebilirim. Çünkü insanların çoğu, kendi yaşlı annesinin altını temizlemeye tahammül edemiyor. Burada ise hiç tanımadıkları, çoğu Alzheimer hastası olan yaşlıların altını veya kusmuğunu temizliyorlar. Bazen ishal oluyorlar, sürekli temizlik yapmak gerekiyor. Bunu ancak Allah için merhametli insan yapabilir.
Şimdi yeni bir binaya geçtiniz, değil mi?
Evet, biz sizden sonra; kadın yaşlı evimiz, çocuklu anneler, aşevi, erkek yaşlı evi… gibi altı ayrı dâire olmuştuk. Türkiye’nin dört bir tarafından insan geliyor. Sizinle yaptığımız röportajdan sonra her yerden telefonla aradılar; seminerlere dâvet ettiler, dinlediler, duygulandılar. Sonra ne oldu? Geçip gitti, unutuldu.
Ben isterdim ki, şehirlerden arasınlar:
“-Hatice Hanım, biz de Dilruba Evlerinin bir şubesi gibi olmak istiyoruz. Şehrimizdeki yaşlıları, düşkünleri, âcizleri gözetmek istiyoruz, bize yardım edin!” demelerini beklerdim.
Ama maalesef hiç bu minvalde arayan olmadı. Çünkü dinlemek, gözyaşı dökmek, “Sizin gibi olalım, hizmet edelim!” demek kolay, ama taşın altına elini koymak, fedâkâr olmak çok zor!.. Beni başka şehirden arayıp:
“-Hatice Hanım, yaşlı komşumuz var. Ne yazık ki bakacak kimsesi yok; aç, bî-ilaç… Onu sizin evlerinize alsak olur mu?” diyorlar. Ben de:
“-Siz onun komşusu musunuz?” diye soruyorum.
“-Evet.” diyor.
“-Siz nasıl komşusunuz? Hani Peygamber Efendimiz’in, «Komşusu açken tok yatan bizden değildir.» (Heysemî, Mecmau’z-Zevâid, VIII, 167) hadîs-i şerîfini yaşamak yok mu?” diyorum.
“-Bize niye ağır konuşuyorsunuz?” diyorlar.
“-Ağır konuşmuyorum. Müslüman olarak hizmette önde olan ihvan kardeşime nasihat ediyorum.” diyorum.
“-Biz yapamayız, çok zor!..” diyorlar.
Ama Cennet’e girmek de kolay değil! Hepimiz Cennet’e ve sonsuz rahmete tâlibiz, ama bu dünyada da rahat etmek istiyoruz. Hem bu dünyada rahat, hem öbür dünyada rahat; Allâh’ın adâletine yakışır mı?!
Ben hâdiseye, Osman Nûri Topbaş Hocamız’ın derste anlattığı gibi bakıyorum. İki şeye seviniyorum. Bir, ihtiyaç sahibinin bana gelmesine; ikincisi de Allâh’ın, benim vâsıtamla onun ihtiyacını gidermesine…
“-Allâh’ım, taa Konya’dan bir yaşlıyı bana gönderdin, beni seçtin Rabbim!” diye seviniyorum. “Sivas’tan, Ankara’dan beni arattığın için, benimle alışveriş yaptığın için teşekkür ederim!” diyorum.
Sorunuzun cevabına dönecek olursak; bu altı ev arasında gidip gelmek her birine ayrı ayrı yetişmek bizim için çok zor oluyordu. Ve zengin bir toplulukla karşılaştığımda:
“-Zenginlerde benim gariplerimin hakkı var, ama vermiyorlar, dâvâcıyım!” diyordum. Onlar da:
“-Daha ne istiyorsun, altı daire var!” dediklerinde, ben onlara:
“-Ben büyük bir bina istiyorum.” dedim.
“-Ama sen de çok şey istiyorsun!” dediler. Hattâ Bursa Özlüce’de zengin bir arkadaşın evine gittim. 20. katta oturuyorlar. Zengin bir muhit… Bursa sanayicilerinin ikamet ettiği yerlerden... Pencereden baktım. Havadar, metroya, hastaneye yakın… Yeşillik, deniz havası da geliyor. Tam benim düşkünlerimin ihtiyacı olan yer... Ev sahibine dönerek:
“-Kardeş yok mu buralarda bir arazi… Satın alsak da bir bina yapsak!” dedim. Ev sahibi de:
“-Söylerim kızım ….. abine. Buralardan olmaz; buraların arsa fiyatları çok yüksek. Ama size uygun, daha mütevâzı bir yerden bakar, belki..” dedi.
Ben de içimden:
“-Yâ Rabbi, mülkün sahibi Sensin! Dilersen benim düşkünlerime de buralardan yer verirsin. Seni n hazinen bu zenginlerinkinden kat kat fazla!..” dedim.
Aradan kısa zaman geçti. Osman Nûri Topbaş Hocamız, Bursa’da hiçbir programı olmadan bir grup iş adamı ile Bursa’ya geldiler. Bana telefon açtılar:
“-Kızım müsaitsen birkaç abi ile seni ziyarete geliyoruz.” dediler. Ben de “Buyurun!” dedim. Geldiler, gezdiler. Rahmetli 110 yaşındaki Fatma Nine henüz sağdı, onu ziyaret edip duâsını aldılar. Gelenlerin içinde Avni Çelik; Mustafa Topbaş ağabeyler varmış. Gelen misafirlerimiz bana:
“-Neye ihtiyacın var?” diye sordular. Ben de:
“-Rabbimden bize büyük bir bina vermesini istiyorum.” dedim.
“-Ne yapacaksın büyük binayı?” diye sordular.
“-Hastalarıma, yaşlılarıma daha güzel bakacağım! İki kez bel fıtığı ameliyatı oldum, hastaları kaldırıp indirirken…” dedim. “Asansörlü bir bina olsa, aşevi aynı bina içinde olsa… Çocukların kreşi olsa; ders çalışacak ayrı odaları olsa… Hasta yatakları olsa, hastalarımızı rahat oturtabileceğimiz. Odalarının camları yere kadar olsa, hepsinin odasının balkonu olsa… Yaşlılarımı güneşli havada balkona çıkarıp güneşlendirebilsem… Kış bahçemiz olsun, yaz bahçemiz olsun; çocuklarımız, gençlerimiz dışarıya çıkmaya ihtiyaç duymasın!”
Dinlediler, sonra:
“-Tamam evlâdım; biz senin ne istediğini anladık.” dediler ve gittiler. Herhalde iki hafta sonra beni bir mimar aradı, bir adrese çağırdı. Gittim. Avni Çelik Bey’in mimarlarındanmış. Önüme bir proje koydu.
“-Avni Bey’in tâlimatıyla biz bunu çizdik, siz böyle bir şey mi istiyorsunuz?” dedi.
Baktım; bazı odalarla tuvalet-banyo yerlerini değiştirdim. Tam istediğimiz şekilde, ne dedikse ikilemeden yaptılar, Allah râzı olsun. Daha sonra Osman Hocamız aradı:
“-Evlâdım, yeni bina için arsa bakalım. İstanbullu bir hanımefendi, annesinin hayrına arsayı alacak.” dedi.
Bursa’daki ağabeylere de söylenmiş arsa bakmaları… Ama onlar kenar mahallelerden, ucuz, izbe yerlere bakıyorlar. Tabiî onlar benim ne hayal ettiğimi, nasıl bir şeye ihtiyacım olduğunu anlayamıyorlar. Seçtikleri yerler, o kadar izbe ki benim gecenin üçünde bir hastayı oradan hastaneye getirip götürmem çok zor!.. Güvenli değil. Yine o bölgeler çok fakir semtler, bana oradan yardım gelmez. Hocamız arayıp soruyor:
“-Ağabeylerin bulduğu arsayı beğendin mi?” diye... Ben de:
“-Baktım, ama…” deyip susuyorum.
Osman Hocamız, ses tonumdan anlıyor.
“-Tamam kızım, başka yerden göstersinler o zaman…” diyor.
Ben Allâh’ın bana emanet ettiği misafirleri, en güzel yerde ağırlamak istiyorum. Sonra ben ağabeylere:
“-Özlüce tarafından bakalım!” dedim.
O sıralarda da ben yeni bel fıtığı ameliyatı olmuştum. Sürekli yatmam ve üşütmemem gerekiyordu. Ama benim ne yatacak, ne de dinlenecek vaktim vardı. Belime korse takıp o kış günü arsa aramaya çıkıyordum. Yıllar evvel 20. kattan bakıp beğendiğim bölgede bir arsa buldum. İşte siz fedâkârlık yapınca, Allah da imkânları açıyor. Ama bulduğum arazi belediyeninmiş. Orası olmadı. Ama ağabeyler o bölgeden daha güzel bir yer buldular, elhamdülillah! Hastanelere, metroya yakın, havadar, tepe bir yer... Abiler:
“-Buralar çok pahalı ama…” dediler. Ben de:
“-Olsun, benim gariplerim de çok değerli!” dedim. Ben hâdiseye şöyle bakıyorum: Elinizde kıymetli mücevher taşları olsa, onları nereye saklayacağınızı bilemezsiniz. Ben de elimdeki garipleri, kıymetli mücevherler gibi görüyorum. Normalde ben evimde, böyle perdem halıma uysun, koltuğum şuna uysun gibi bir derdim yoktur. Ama söz konusu Dilruba Evleri ise, inanın çalışanlarımın canına okurum: Halılar yataklara uyacak, pike ve çarşaflar, yastık kılıfları uyumlu olacak. Yaşlıların alt-üst pijamalarını bile ayrı giydiremezler, illâ takım giyilecek!.. Yaşlı hanımlarımın başörtüleri ütülü ve bembeyaz olacak. Yastık kılıfları her gün yenilenecek.
Ben bazen yaşlılarımın yatağına girip yatarım. Rahat mı değil mi; bir yeri batıyor mu, batmıyor mu? Yastıklar kokuyor mu, kokmuyor mu? Yaşlılarımın sırtını kontrol ederim, saçları taranmadıysa kızarım. Her gün saçları taranacak sık sık sırtları terli mi diye kontrol edilecek. Yüzlerinde kıl-tüy olsa temizlettiririm.
“-Ama Hatice Hanım; onlar yaşlı, zaten görmüyorlar!” deseler:
“-Ama ben görüyorum. Rabbim «Benim emanetlerime böyle mi baktınız?!» derse ne diyeceğiz!” diyorum.
Tabiî, biz Rabbimizin emanetlerine bu kadar hassas bakınca, Rabbim de bizim işlerimizde en iyisini ikram ediyor.
Sonra biz o arsayı aldık. Allah onlardan râzı olsun, kendilerini iki cihanda aziz etsin. Arsayı alan hanımefendiden, bize altı ay içinde yapıp teslim eden Avni Çelik’ten, içini son model hastane şartlarında donatıp bize teslim edenlerden… Allah hepsini Cennet’inde ikramlandırsın.
“Ahsen-i takvîm” hakkında bir hoca şöyle demişti: Ahsen-i takvim, olduğun hâlde kalmamak, hep en iyiye ulaşmak gayretinde olmaktır.
Şimdi bana diyorlar ki:
“-Zaten hizmet ediyordun, buna ne gerek vardı canım?”
Bence böyle düşünenler, hizmeti yanlış anlıyor. Bir tane Şehbal açıyoruz ya da Anaokulu ya da Kur’ân kursu... Sanki bizi birisi oranın yönetici koltuğuna mıhlamış, oradan çıkmıyoruz. Ya da oraya başka bir hizmet eri geçecek olursa:
“-Vermem koltuğumu! Orayı ben yaptım!..” diyoruz. Ama unutulan şu:
“-Ben orayı kendim için yapmadım ki..”
Bana orası hizmet etmem için emanet edildi. Bir gün o emanet alınacak, sen de başka hizmetlere yöneleceksin. Sağlığımız yerinde, genciz! Bir proje kurup oturttuysak, orayı çekip çevirecek eleman da yetiştirildiyse, bırak kardeşim yeni alanlara, yeni hizmetler götür! Senin de sadaka-i câriyen olsun. Ama bizde öyle değil! Herkes bir köşe kapma ve kaptığı köşeyi kimseye kaptırmama derdinde… Böyle olunca hizmette ilerleyemiyoruz, büyüyemiyoruz, yenilenemiyoruz. Hizmette mevkî ve makam yoktur. Allah rızâsını aramak vardır.
Şubat ayında bina bitmeye yaklaşınca, baktım ustalar kapı kolu gibi ufak tefek işleri yapıyor, onları biraz daha hızlandırmak için biz bir uçtan binayı temizlemeye başladık. Halıları serdik. Ustalar da baktı, benim işim acele… Onlar da işlerini çabuk yapmaya başladı. Yüz hasta kapasiteli bir bina… Çocuklu anneler için dört ayrı, 2+1 daireler var. Çocuk kreşimiz, her katta bir Türk hamamı, hastane tipi asansörümüz var. Yani beş yıldızlı otel standartında bir hastane gibi, yirmi dört saat hemşire çağrı zilleri var.
Hasta yarası, yatak yarası, ancak Güneş’le kurur. Etrafımızda yüksek bina olmadığı için balkonda hastamızın yaralarını Güneş ışığında kurutuyoruz. Balkona yatakları çıkarıyoruz; çünkü kapılar da balkonlar da çok geniş... Bütün bunlar Rabbimizin ikrâmı... Bakıcılarımıza da diyorum:
“-Bakın, bu ikramın kıymetini bilelim. Rabbim, neyi hayal edip istediysek hepsini verdi. Duâ dilekçesine ne yazdıysak yüzde yüz hepsini verdi. Bizim de yüzde yüz hizmet etmemiz lâzım, yoksa bize verdiği nîmeti geri alır, başka bir ekibe verir!..”
Devletten maddî olarak bir destek alıyor musunuz? Yoksa her ihtiyaç, vakfımız ve gönüllüler tarafından mı karşılanıyor?
Devlet desteği alabilmem için benim bir kulvar seçmem gerekiyor. Ya “kadın sığınma” olacaksın ya “hasta ve özürlü bakımevi” ya da “huzur evi”… Bunlardan bir kulvar seçip sadece o işi yaparsan, devletten kısmî bir destek alabiliyorsun.
Biz bilmeden rahmetli Abdülhamid Han’ın kurduğu “Dâru’l-Aceze” gibi olmuşuz... Bizim gibi çalışan bir “Dâru’l-Aceze” var, bir de biz… Ama bizim şartlarımız devletin koyduğu prosedüre uymuyor. İnşâallâh bunu bir prosedüre oturtacak bir bakanın çıkıp gelmesi için duâ ediyoruz.
Ama bugüne kadar gelen bütün vâliler, bütçeleri yettiğince bize çok yardım ettiler. Allah hepsinden râzı olsun. Bize bir vali gibi değil, baba gibi davrandılar. En son çalıştığımız İzzettin Küçük’le Şanlıurfa’da da çalışmıştık, buraya tayin oldu. Burada da çok gayretle çalışıyor. Bize baba gibi destek oluyor. Ama yeterli olmuyor. Bizim Aile Bakanlığı’nın veya Sağlık Bakanlığı’nın yardımına ihtiyacımız var. Kimsenin bu insanlara yardım edeyim derdi yok! Herkes gelip fotoğraf çektirip gidiyor. Anneler gününde bir karanfil, babalar gününde kravat dağıtılınca, bütün sorumluluklar bitti diye düşünülüyor herhalde.
Yeni binanızda hizmetiniz nasıl oldu?
Biz Bursa’nın bir ucundan diğer ucuna taşınmış olduk. Erkekleri eski binamızda bırakmıştık, ama mesafe çok uzun olunca yetişemedik, ihmaller başladı. Biz de erkekleri de bu binaya, alt kata yerleştirdik. Yan binamıza çocuklu anneleri yerleştirdik.
Bu arada hasta sayımızda çok artış oldu. Yaş sınırımız olmadığı için talep çok! Çünkü devlet, 62 yaşını geçmeyeni yaşlı bakımevine almıyor. Adam 54 yaşında, beyin felci geçirmiş, yatalak! Bakacak kimsesi yok, ne olacak şimdi?
Hattâ bize Kenan Amca diye bir hastamız getirildi. 62 yaşına aylar kala yatalak hasta olmuş, ama tam 62 yaş olmadığı için alınmamış. Nice bakanlar, milletvekilleri aracı olmuş, ama “Prosedür böyle!” diyerek alınmamış. Bu tür vatandaşların gideceği bir yer yok, devlette.
Meselâ özürlü bakımevi için de özrün dereceleri var. Ama bakacak kimse yok, ne olacak? Belediyelerin evde bakım hizmeti var diyorlar. Bu hizmet haftada bir yapılıyor. Peki, siz evinizde haftada bir mi yemek yiyorsunuz? Haftada bir mi tuvalete gidiyorsunuz? Haftada bir mi yıkanıyorsunuz? İnsan 24 saat hizmete muhtaçsa ve bakacak kimsesi yoksa ne olacak?
Gün oluyor bir hastanın altını yedi-sekiz kez değiştiriyoruz. İshal oluyor, üşütüyor. Gece üç kez altını değiştirdiğimiz hastalar var. Bağırsak problemi var. Bu yüzden biz de altını temizleme saati yoktur. Annenin bebeğin altını sürekli kontrol etmesi gibi hastaların altları kontrol ediliyor. Yoksa pişik olur. Yapmasa da sıkıntı, tuvalete çıkamayanları gün gün takip edip lağman yapıyoruz. Kendimizi bir düşünelim; iki gün tuvalete çıkamasak ne büyük sıkıntı oluyor.
“-Bunlara nasıl dayanıyorsun, nasıl yapıyorsun?” diyorlar.
İnanın, o yatan hastanın yerine kendimi koyuyorum. Rabbimin emâneti olarak görüyorum. O zaman zor gelmiyor, yük olmuyor, yapabiliyorsunuz.
Yine de çok zor Hatice Hanım, birçok kişi, bazen kendi çocuğuna bile tahammül edemiyor!..
Hiç zor değil, Halimeciğim. Hepsini çok seviyorum. Yaşlıları, hastaları; onlara hizmet etmeyi çok seviyorum. O çocukları kendi çocuklarım gibi seviyorum. Hiç gocunmuyorum. Yaşlı Alzheimer hastası bir Makbule Teyzemiz vardı. Gençliğinde çorap örer satarmış. Son demlerinde örgüyü de unutup karma karışık bir şeyler örer, bize çorap diye satardı. Biz de üst katta satın alır, alt katta söker; “Sana yeni ip aldık!” diye verirdik. Yıllarca bu kadını böyle idare ettik. Sonra ziyaretçilerimizden biri bunu gördü:
“-Ya evcilik oynar gibi yapıyorsunuz, sıkılmıyor musunuz?” diye sordu. Dedim ki:
“-Rabbim bize çorap sattırıyor, karşılığında da o hastanın gönlünü almamızı istiyor!” dedim.
Bu kadıncağıza para verirdik; yatağında, yerde bulurduk. Tekrar alır, parayı verirdik. Kadıncağız:
“-Çorap satıyorum, yetiştiremiyorum!” diye mutlulukla anlatırdı.
“-İşte Allâh’ın rızâsı hangi mutlulukta, biz bilemiyoruz.” dedim. Kadın:
“-Tevbe, hâşâ!.. Allah çorap mı satar, karşılığında ip mi alırmış? Benimle kafa bulmayın!” dedi. Ben de hani bir hadis var ya, «Kulum, Ben açtım, sen Beni doyurmadın. Hastaydım Beni ziyaret etmedin. Kimsesizdim, ziyaretime gelmedin!» (Bkz: Müslim, Birr, 43) diye, o hadîs-i kudsîyi hatırlattım.
Rabbimiz hâdiselere böyle bakmamızı istiyor. (Devam edecek)
YORUMLAR