Sevgi ve nefret, kalbin amellerindendir. İnsan kalbiyle sever, bağlanır, sonra vücudu ve organları, o sevginin gereğini yapar. Sevgi, fedakârlıktır, itaattir, sadakattir. İnsan, en büyük bedeli, sevdiği uğruna öder. Sevdiğini aziz tutar, onun için her türlü fedakârlığı seve seve yapar. Sevgisine samimiyetle bağlı olduğu müddetçe, o sevgiye halel getirecek her türlü düşmandan ve düşmanlıktan uzak durur.
Seven, sevdiği kimseyle bir an olsun fazla vakit geçirmek için elindeki bütün imkânları sonuna kadar kullanır. Ondan ayrı kaldığı zaman ona hasret duyar. Hattâ bu sevgi ileri boyutlara ulaştığı zaman, onun yanındayken bile bu hasret ateşi sönmez. Ona ait olan her şey, ayrı bir hâtıra ve değere sahiptir.
Ashâb-ı kiramın Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’e olan muhabbetlerinde sevginin bütün bu özelliklerini ve müşahhas misallerini görmek mümkündür.
Onlar, önce Peygamber Efendimizi tanımışlar, sevmişler, ahlâkına hayran kalmışlar ve sözlerine sadakatle bağlanmışlardı. Önce O’na, sonra Allah Teâlâ’ya inanmışlardı. Zaten O’nun peygamberliğini tasdik etmeden, Allâh’a ve âhiret gününe inanmak da mümkün değildir, O’nun söylediklerine inanmak da…
Onlar, Peygamber Efendimiz’le bir ömür dostluk, arkadaşlık yapmışlar; O’nun her türlü mahrem hâllerine vâkıf oldukları gibi, savaşta ve barışta, fakirlik ve zenginlikte, çocuklukta ve gençlikte, zaaf ve kudret zamanlarında; kısacası hayatın her ânında O’nu tanıma imkânına kavuşmuşlardır. Bu bilgi ve tanıma, onların Peygamber Efendimize olan sevgisini azaltmamış, aksine ziyadeleştirmiştir. Sırf bu durum bile, Peygamber Efendimizin ne kadar büyük bir ahlâk ve fazilete sahip olduğunu gösterir. Zira dost-düşman, binlerce meraklı göz, her an onun her söz ve davranışını takip etmiş; ancak bu takip neticesinde sadece takdir, muhabbet ve hayranlık ortaya çıkmıştır.
Bu sevgi o dereceye varmıştır ki, bir insanın en çok sevmeye meyilli olduğu, malı-mülkü, memleketi, evi-barkı, evlâdı, anne-babası, hatta kendi öz canını bile Allah Rasûlü’ne duyulan sevgi mukabilinde gönülden feda etmeye râzı olmuşlardır. “Anam-babam Sana fedâ olsun!” cümlesi, sıradan, basit bir tekerleme değildir. Yine, “Seni kendi canımdan bile çok seviyorum!” ifadesi, onların bağlılık ve teslimiyet dolu dudaklarından, bir kereye mahsus dökülmüş basit bir cümle değildir. Onlar, bu gönülden dökülen cümlelerin hakkını, mallarından, canlarından ve sevdiklerinden, gerekirse bir ömür boyu vazgeçerek ispat etmişlerdir.
Onlar, Allâh’a ve Rasûlü’ne teslimiyet, bağlılık ve itaat hususunda da bütün asırlara canlı birer örnek olmuşlardır. Peygamber Efendimizin mübârek lisânından işittikleri bir sözü, evirip çevirmeden, tâviz yolları aramadan, pazarlığa dökmeden tam bir teslimiyetle kabul etmişler ve gönülden, “Duyduk ve uyduk!” demişlerdir. Bazen kendi aleyhlerine olsa da, bazen ömürleri boyunca alıştıkları örf ve âdetlere ters düşse de, bazen akıl ve mantık ölçülerine uymasa da, “Değil mi ki Muhammedü’l-Emîn söylemiştir, muhakkak doğru söylemiştir!” diyerek tam bir sadakat ve itaat göstermişlerdir.
Onlar, Peygamber Efendimizi canlarından aziz bildiklerinden, kelimenin tam mânâsıyla O’nu “candan sevdiklerinden” kendileri de aziz olmuş, yeryüzünün rehber yıldızları hâline gelmişlerdir. Bugün kim, gönlünü ve elini Allah Rasûlü’ne teslim ederse, O’nu gerçekten çok sever ve her şeyden çok O’na bağlanmaya çalışırsa, ashâb-ı kiramın yolundan gidiyor demektir. Onlar, bu yolla Allâh’ın rızasına kavuşmuşlar, o yolu takip edecek bugünkü bahtiyarların ulaşacağı makam da orası olacaktır.
YORUMLAR