Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, “Kişi sevdiğiyle beraberdir.” buyurmuştur. (Buhârî, Edeb, 96) Bu hadîs-i şerîf, iyi insanları sevdiğimizde hem bu dünyada, hem de âhirette onlarla beraber olacağımızı müjdelediği gibi, kötü insanlara karşı muhabbet beslediğimizde iki dünyada da onların âkıbetlerinden hissedar olacağımızı haber verir.
Duygular, düşünceleri; düşünceler inanç, ahlâk ve alışkanlıkları şekillendirir. İnsanlar sâlih ve sâdık kimseleri görüp sevdikçe onlara meyli artar, onları sever, onlar gibi olmaya çalışırlar. Aksine fâsık, münafık ve kâfirleri tanıyıp onlara karşı sevgi ve hayranlık duydukça, onlara yaklaşır, onların dünyasıyla içli-dışlı olurlar. İlk zamanlarda insanda nefret veya buğz oluşturan kötü huy ve davranışlar önce hoş görülmeye başlanır, sonra bu günahlar işlenirken sessiz kalınır, ardından yavaş yavaş o bozuk hâlet-i ruhiye kişiyi şekillendirir, Allah korusun.
O yüzden dinimiz, günah meclislerinde gâfil insanlarla uzun boylu vakit geçirmeyi hoş görmemiş, dinin alay ve eğlence konusu olduğu yerlerden yüz çevirmemizi, bu işlerle meşgul olan kimselerle ülfet etmememizi emretmiştir. Aynı şekilde “Ehl-i Kitap” adı verilen Yahudi ve hıristiyanlarla “dostluk” denecek seviyede sıkı münâsebetlere girmememizi istemiştir. Çünkü biz müslümanlar, gönlümüzün sâfiyeti sebebiyle, insanların art niyetli olduklarını çoğunlukla fark edemeyiz. Onlar, İslâm’a olan kin ve nefretlerinden dolayı, bizi dinimizden döndürmedikçe gerçekten dostluk kapılarını bize açmazlar. Biz, onlarla beşerî münâsebetlerin gerektirdiği asgarî irtibatın ötesinde, dostça, samimi bağlar kurmaya çalıştıkça, hep kendi inanç ve değerlerimizden fedakârlık ederiz. Bir müddet sonra, onlar, kendi din ve değerlerinden vazgeçmediği hâlde, biz hak ve hakikatten pek çok şey kaybetmiş oluruz.
Müslüman, Allâh’ın indirdiği “hak dini” bulduktan sonra, başka inanç ve ideolojilerde hakikat arayışına gitmez. Allâh’ın hakir gördüğünü, gözünde büyütmez. Kâfirlere ve onların inanç, ahlâk ve yaşayışlarına özenmek; îman zaafiyetinin en büyük işaretlerinden birisidir.
Kur’ân-ı Kerîm’de mü’minlerin vasıfları anlatılırken, onların kâfirlere karşı “sert ve tâvizsiz” olduğu ifade buyrulmuştur. Zira îman ve küfür, birbirinin taban tabana zıddıdır. Îmana gönlünü açan, orada küfre yer veremez. Allah Teâlâ, kendisini küfür ve şirkten kurtardıktan sonra, göz ucuyla bile oraya dönüp bakmaz. Küfre karşı sevgi ve hürmet göstermenin, ateşe atılmakla eşdeğer olduğunu bilir.
Bugün maalesef müslümanlar olarak en çok kaybettiğimiz değerlerden birisi de, “Allah için buğz etmek” mefhumudur. Allah için buğz etmek, Allâh’ın dinine karşı savaş açmış kimselere muhabbet beslememek, onları sevmemek, onlarla beraber olmamaktır. Müslümanın böyle küfür, nifak ve fısk ehli ile fizikî beraberliği olamayacağı gibi, onlarla rûhî bir ünsiyeti de olamaz. Onlara, temsil ettikleri isyan ve inkâr bayraktarlığı sebebiyle nefret duyar. Bu buğz hâlinin, insana, bazen mü’minlere duymuş olduğu muhabbetten daha fazla mânevî kazanç sağladığı da unutulmamalıdır.
Bir misal olmak üzere, Kur’ân-ı Kerîm, Peygamber Efendimize ve O’na gönül vermiş ashâb-ı kirâma ne kadar iltifatta bulunuyorsa, onlara savaş îlan etmiş azılı kâfirlere de o kadar sert ve haşin bir üslup kullanmaktadır. Peygamber Efendimizin öz amcası olmasına rağmen İslâm’a düşmanlıktaki öncülüğü sebebiyle, Ebû Leheb’in cehennemlik olduğu bildiriliyor ve onun hakkında “Elleri kurusun!” buyrularak kendisine bedduâ ediliyor. Bu tek misal bile, aslında kan bağının ne kadar önemsiz olduğunu göstermektedir. Bir kimse ya mü’mindir, îman ehlinin muhabbetine lâyıktır ya da inkârcıdır, nefret ve buğza müstehaktır.
Rabbimiz, bize îman ehlini sevdirsin. Her türlü küfür, isyan ve nifaktan bizi ve neslimizi muhafaza buyursun. Âmin.
YORUMLAR