İnsan, tek doğar ve tek ölür. Ancak yaşadığı müddetçe tek başına değildir.
Anne rahmine düştüğü andan itibaren bu “rahim” sebebiyle akrabalık bağları oluşur; annesi, babası, kardeşleri, teyzesi, amcası… vs.
Doğup süt emdiğinde, hele annesi dışındaki kimseleri emmişse, süt bağı sebebiyle de başka akrabalıkları da oluşmaya devam eder.
Bir meskende oturur, komşuları; bir okula gider arkadaşları olur. Gittiği her yerde insanlarla irtibat kurar ve birtakım “bağlar” dokumaya devam eder.
Bu arkadaşlıklar içinde, daha husûsî, daha içten olanlarına da “dost” denir. Gerçekten bir insanın dostluk kurması, hâlinden anlayan dostlarının bulunması büyük bir nimettir. İnsanı rahatlatır, yalnızlıktan kurtarır. Dertlendiğinde içini dökeceği, sevindiğinde mutluluğunu paylaşacağı kimseler; insanı hayata bağlar, yaşadığı anlardan zevk almasına sebep olur.
Bu, oldukça tabiî ve gerekli bir durumdur. Sevmeyen, sevilmeyen, dostları olmayan, dost dediği kimseler tarafından ihanete uğrayan veya terk edilen kimseler; en derin mutsuzluklara gömülür, karamsarlaşır ve hayatın temposundan düşerek iç dünyasında yok oluşa doğru savrulur. Bu yüzden dost sahibi olmak kadar doğru dostlar edinmek de çok önemlidir.
Zira insan, “Dostum!” dediği kimseye karşı hasbîdir, hesâbî değildir. Menfaatin, ufak hesapların bu dostluğa zarar vermesine râzı olmaz. Aralarında herhangi bir sebeple kırgınlık olduğunda bile bunu telâfi etmek için gayret gösterir; kötülük görse bile iyilik yapmaya devam eder.[1]
İnsan, dost bellediği kişiye karşı elini açar, gönlünü açar, evini açar. Ondan bir kötülük beklemediği için fedakârlıkta sınır tanımaz. Sevgisi uğrunda her türlü bedeli ödemeyi göze alır. Bu dostluk yüzünden başına gelebilecek hiçbir sıkıntı ve felâketi önemsemez.
İşte tam da bu yüzden dinimiz, “kimi dost edineceğimize” karışır. Mü’minlerin, “Allâh’ı, Rasûlü’nü ve kendisi gibi îman eden kimseleri dost edinmesini” emreder.[2] Çünkü dostluk, sadece bu dünyada başlayıp biten bir münasebet ve irtibat değildir. Onun gerçek hayat olan âhirete tesir eden, çok derin akisleri ve karmaşık bir yelpazesi vardır.
Îmanın tesis ettiği kardeşlik ve dostluk bağı, dünyevî irtibatlardan daha sağlam ve kalıcıdır, en azından böyle olmalıdır. Eğer iki taraf da îman ehli ise, birlikte, âhirete uzanan bir gönül köprüsü kurmuşlar demektir. Anne-babanın, evlat ve eşlerin birbirini terk ettiği, menfaat üzere arkadaşlık kurmuş kimselerin yüz üstü bıraktığı, herkesin kendi ameliyle baş başa kaldığı o çetin hesap gününde «el-ahillâ‘», yani takvâ üzere sâdık ve samimi dostlar, kişinin yanı başındadır.[3] Onlar, dünyadaki gibi, “kendileri yanma pahasına” dostunu kurtarma derdindedirler.
Bu dünyada menfaat, korku, mecburiyet vb. sâiklerle bir şekilde “dostluk” kuran kimseler ise, âhirette birbirlerini “satmanın” derdindedirler. Çünkü orada herkes, kendi yaptıklarıyla meşguldür. Kötü arkadaş ve dostlar ise, insanın başını bu dünyada belâya soktukları için birbirinin yüzünü görmek istemeyeceklerdir. İnsan, kendi kendisine büyük bir pişmanlık içinde, “Keşke filân kimseyi dost edinmeseydim!” diyecektir.[4] Ama artık iş, işten geçmiştir. Bu pişmanlığın bir faydası olmaz.
Mü’minin Dostu
Cenâb-ı Hak, mü’minin kalbindeki dostluğu şöyle târif eder:
“Allâh’a ve âhiret gününe inanan bir toplumun -babaları, oğulları, kardeşleri yahut akrabaları da olsa- Allâh’a ve Rasûlü’ne düşman olanlarla dostluk ettiğini göremezsin. İşte onların kalbine Allah, îmanı yazmış ve katından bir ruh ile onları desteklemiştir. Onları içlerinden ırmaklar akan cennetlere sokacak, orada ebedî kalacaklardır. Allah onlardan râzı olmuş, onlar da Allah’tan hoşnut olmuşlardır. İşte onlar, Allâh’ın tarafında olanlardır. İyi bilin ki, kurtuluşa erecekler de sadece Allâh’ın tarafında olanlardır.” (el-Mücâdele, 22)
* * *
Bu âyet-i kerimede de açıkça görüldüğü üzere, Cenâb-ı Hak, dostluk ve âileyi, îman temeli üzerine oturtmuştur. Kan bağı ile bağlı olan kimseler arasında îman farkı oluşmuşsa, onlar artık bir “âile” değildir.[5] Tıpkı Hazret-i Nûh ile oğlu arasındaki bağ gibi…
Mâlum olduğu üzere, oğlu, annesiyle birlikte Hazret-i Nûh’a îman etmemiş ve nihayet azgın sel suları altında, babasının gözü önünde can vermiştir. O ân, biraz da merhamet saikıyla, Hazret-, Nûh, Cenâb-ı Hakk’ın, âilesini tufandan kurtaracağı vaadini dile getirmek isteyince Rabbimiz:
“-Ey Nûh!.. O aslâ senin âilenden değildir! Çünkü onun yaptığı kötü bir iştir. O hâlde hakkında bilgin olmayan bir şeyi benden isteme!...” hitabının muhatabı olmuştur.[6]
Demek ki, Allah yolunda kenetlenen mü’min kadın ve erkekler[7], Nûh’un gemisine “bir âile” olarak binerlerken; Allâh’ın dînine cephe alanlar, açıkça meydan okuyup düşmanlık edenler de “küfür âilesi içinde” helâk olmaya mahkûmdurlar.
Tabiî, hem îman ve hem de akrabalık bağı ile bağlı olanların birbirine muhabbet ve bağlılığı daha fazla olabilir, bunda bir beis yoktur. Ama tercih noktasına gelindiğinde, îmanı tasdik, Peygamber’e itaat ve adâleti te’sis hususunda akrabaların bir ayak bağı olmasına müsaade edilmemiştir.
Anne-baba ki, yeryüzünde insanların en çok muhabbet göstermeye ve itaat etmeye mecbur oldukları iki kişidir; onlar bile Allâh’a şirk koşulması ve isyan edilmesi hususunda evlatlarına emir verecek olsalar, bunlara itaat edilmez. Zira Allâh’a isyan konusunda, mahlûka itaat yoktur. Ancak bu, onlarla mâruf şekilde (örfün belirlediği meşru çerçeve içinde) irtibatı devam ettirmeye mani değildir. Gidilir, görüşülür, hizmeti görülür, ikram ve ihsanda bulunulur. Fakat onların din hakkında menfi telkin ve gidişâtına itibar edilmez, hatta mümkün mertebe onları hayra ve hidayete yöneltmek için gayret gösterilir.
O hâlde tekrar edecek olursak, mü’min, Allâh’ı kendisine “velî: dost” seçen kimsedir.[8] Diğer dostları, Allah ile dost oldukları kadar ona yakın; O büyük ve yegâne dosta bigâne kaldıkları kadar kendisine de uzaktırlar. Böyle bir dostluğun neticesi de âhiretteki korku ve hüzünden emîn olmaktır.[9]
Mü’minlerin kâfirleri[10], müşrikleri, yahudi ve hıristiyanları[11] samimi dostlar edinmesi, onlarla sırrını paylaşması da mümkün değildir.[12] Her ne kadar kendi içinde birtakım ton farkları bulunsa da, bunların hepsi küfür cephesidir. Mü’minin îmanını kaybetmesine gayret gösterirler. Mü’minlerin başına gelen felaket ve sıkıntılar, bunları sevindirirken, mü’minlerin nâil olduğu güzellikler de onları delirtecek kadar öfkelendirir. Yine bunlar, îmanını tamamıyla terk etmedikçe hiçbir mü’minle samimi bir dost olmazlar.
O hâlde bunlara yaklaşan, onlarda sevgi, şefkat, ilgi, izzet ve şeref arayan mü’minler, durumlarını bir daha gözden geçirmelidirler. Zira kâfirleri dost seçen kimselerin Allah nezdinde hiçbir kıymeti yoktur.[13] Onlarla dost olmanın bu dünyada birçok bedeli olduğu gibi, âhiretteki büyük bedeli de cennetten ve cemâlullahtan ebediyyen mahrumiyettir.
Rabbimiz, kendisine yönelen, dost olarak Zâtını seçen bütün mü’minlerin mevlâsı ve yardımcısı olacağını vaad etmiştir.[14] Allâh’ı bırakıp şeytanı ve kâfirleri dost edinenler ise, çürük bir ipin üzerine ev yaptığını zannedecek kadar zavallıdırlar. Onlar, âyet-i kerimede ifade buyrulduğu üzere, örümcek ağına sımsıkı sarılarak güvende olduklarını zanneden kimseler gibidir. Oysa evlerin en zayıfı, örümceğin ağıdır.[15]
Kâfirler Birbirinin Dostudurlar[16]
Allâh’ın dinine nefretle bakan, elinden geldiği kadar İslâm ile mücadele eden kimselerin hepsi birden, tek millettir. Hangi dinden, hangi ırktan ve cinsten olduğu fark etmez; onlar, ağızlarıyla Allâh’ın nurunu söndürmek isterler. Bu hususta birbirleriyle âdeta yardımlaşırlar.[17]
Mü’min göründüğü hâlde, kalben küfre kucak açan kimseler, yani “münâfıklar” da kâfirlerin dostudurlar. Şeytan, kendi taraftarlarına kötülükleri ilham eder; onları tek cephe hâlinde bir araya getirip İslâm’ın ve müslümanların üzerine sürer.[18] Ama şeytan ve yandaşlarının hileleri zayıf[19]; yaptıkları, hakiki îman ve samimi cehd karşısında mağlup olmaya mahkûmdur.
Onların akıl hocası, yol göstericisi, kötü amellerini süsleyip[20] akıllarını karıştıran şeytan[21] bile, bir gün, kendi yandaşlarını yüz üstü bırakacak ve:
“-Ben sizden uzağım, ben sizin görmediklerinizi görüyorum, ben Allah’tan Allah’tan korkuyorum; Allâh’ın azâbı şiddetlidir!”[22] diyerek geri çekilecektir. Onları yaptıklarının karşılığı olan ateşle baş başa bırakacaktır.
Yine küfrün ele başı konumunda olup insanları kendi taraftarı kılan önderler de, âhiretteki hesap gününde peşinden gidenlerden şikâyetçi olacak ve Allah’tan bu akılsız kimseleri, kat kat azaba çarptırmasını isteyeceklerdir.
Bu dünyada günah, isyan ve inkârda birbirine destek olan, öğüt veren, yardımlaşan kimseler; âhirette birbirlerinden şikâyetçi olacak ve birbirlerinin yakasına yapışacaklardır.[23]
O hâlde aklı başında olan kimse, dostunun kim olduğuna dikkat etmelidir. Çünkü kalbini açtığı, elinden tuttuğu kimseyle Allâh’ın huzuruna çıkacaktır. O’nun inanç ve ahlâkı, zamanla kendi inanç ve ahlâkına dönüşecektir.
İnsan, iradesi elindeyken, bulabildiği kadar “iyi” insanlarla dost olmaya çalışmalıdır. Dostlar, acı da söylese, insanın hayır ve güzelliğini isterler. Düşman, tatlı dilli bile olsa, insanı baştan çıkarır ve cehennem çukuruna yuvarlar.
“Kim dost, kim düşmandır?” bunu tam olarak anlayabilmek için de, bizi çağırdıkları şeylere bakarız. Hayra, hidayete, güzel ve sâlih amellere davet eden kimseler bizim dostumuz; şerre, dalâlete, fısk ü fücûra çağıran kimseler de bizim düşmanımızdır. Bunlarla “akraba” olup olmamamız da önemli değildir.[24] Nice insanlar vardır ki, aynı anne-babadan dünyaya gelmemiştir ama kardeşimizdir. Nice insanlar da vardır ki, aynı anne-baba doğurmuştur, ama en belâlı düşmanımızdır.
* * *
Netice olarak îman, takvâ ve ihlas üzere olan insanlarla kardeşlik ve dostluk bağlarımızı kuvvetlendirmeli, onları arayıp bulmalı ve âhirette onlarla beraber Allâh’ın huzuruna çıkacak vefâ, fedakârlık ve hizmet dolu bir hayat yaşamalıyız. Dünyanın geçici menfaatlerine kanarak, geçici dostları çoğaltıyorsak, unutmayalım ki, âhirette yakamıza yapışacak gerçek düşmanlarımızı artırıyoruz.
Sâlih ve sâdık “bir mü’min dost” bile kâfidir, muhabbete!.. Gönlümüze aldığımız, dost ve arkadaş tuttuğumuz fâsık ve kâfir “bir düşman bile” kâfidir, bizi mahvetmeye!..
Rabbimiz, bizi nîmet verdiği kulları ile dost ve kardeş eylesin. Gadap ettiği ve dalâlete sevk olmuş; rahmetinden kovulmuş kimselerin şerrinden, sevgi ve bağlılığından da bizleri muhafaza eylesin. Âmin.
[1] Bkz: Fussilet, 34.
[2] Bkz: el-Mâide, 55-56, el-Ahzâb, 6.
[3] Bkz: ez-Zuhruf, 67.
[4] Bkz: el-Furkan, 28.
[5] Bkz: el-Mücâdele, 22.
[6] Bkz: Hûd, 41-46.
[7] Bkz: et-Tevbe, 71.
[8] Bkz: Âl-i İmrân, 68; el-Kehf, 44; el-Hâc, 78; en-Nisâ, 45.
[9] Bkz: Yûnus, 62.
[10] Bkz: en-Nisa, 139, 144; Âl-i İmrân, 28.
[11] Bkz: el-Mâide, 51.
[12] Bkz: el-Mâide, 57; el-Mümtehine, 1.
[13] Bkz: Âl-i İmrân, 28.
[14] Bkz: el-Câsiye, 19; el-Bakara, 258; el-A’râf, 155.
[15] Bkz: el-Ankebût, 41.
[16] Bkz: el-Enfâl, 73.
[17] Bkz: el-Câsiye, 19.
[18] Bkz: el-En’âm, 121; Âl-i İmrân, 175.
[19] Bkz: en-Nisa, 76.
[20] Bkz: en-Nahl, 63.
[21] Bkz: el-A’râf, 27.
[22]Bkz: el-Enfâl, 48.
[23] Bkz: Muhammed, 11.
[24] Bkz: et-Tevbe, 23.
YORUMLAR