Allah dostlarını sevmek, ayrı bir nasiptir. İnsan, kalbinin sahibi değildir. Çünkü kalb, kelime mânâsına uygun bir şekilde hâlden hâle dönüp durur. Bazen iyilere meyleden kalb, bazen de Allah korusun hâli kötü insanlara arkadaş olabilir. Bu yüzden Allâh’ı ve Allâh’ın sevdiklerini sevmek, başlı başına bir ilâhî lütuftur.
Onlara karşı kem gözle bakmak veya haddimizi aşarak ileri geri konuşmak, insanın mânen mahvolmasına sebep olabilir. Nitekim Hadîs-i Kutsî’de, yani mânâsını Allâh’ın beyân buyurduğu, sözleri ise Rasûlullâh’ın lisanından dökülen hadîs-i şerifte, Rabbimiz şöyle buyuruyor:
“Her kim benim velî bir kuluma düşmanlık ederse, ben ona karşı harb îlân ederim.” (Buhârî, Rikâk, 38)
Demek ki, Allah, sevdiği kullarını ilâhî bir muhafaza altına alıyor. Onlara saldıranlara karşı bizzat harb îlan ediyor. Aynı hadîs-i kutsînin devamında da şöyle buyruluyor:
“Kulum, kendisine emrettiğim farzlardan daha sevimli herhangi bir şeyle bana yakınlık sağlayamaz. Kulum bana (farzlara ilâveten işlediği) nâfile ibâdetlerle de durmadan yaklaşır; nihâyet ben onu severim. Kulumu sevince de ben (âdetâ) onun işiten kulağı, gören gözü, tutan eli ve yürüyen ayağı olurum. Benden ne isterse, mutlaka veririm, bana sığınırsa, onu korurum.”
Rabbimize ulaşmanın yolu, kulluktan ve insanlara karşı güzel muâmeleden geçiyor. Kul, önce üzerindeki farz ibadetleri eksiksiz yapacak, haramlardan mutlak sûrette kendisini korumaya çalışacak, sonra da gücü-tâkâti yettiğince nâfile ibâdetlerle, hayır ve hasenâtla meşgul olacak… Öldükten sonra da devam edecek hayırlı hizmetlere öncülük edecek…
Cenâb-ı Hak, âyet-i kerimede şöyle buyuruyor:
“Sonra Kitab’ı, kullarımız arasından seçtiklerimize verdik. Onlardan (insanlardan) kimi kendisine zulmeder, kimi ortadadır, kimi de Allâh’ın izniyle hayırlarda öne geçmek için yarışır. İşte büyük fazilet budur.” (el-Fâtır, 32)
Bu âyet-i kerimede Rabbimiz, mü’minleri üç gruba ayırıyor. Birincisi, günahlara dalarak kendisine zulmeder. İkincisi, günahı-sevabı birbirine denk olan kimselerdir. Üçüncüsü de, insanlara hayırda öncülük yapan kullardır.
Biz de vefatının 13. sene-i devriyesini idrâk ettiğimiz merhum Mûsa Topbaş Efendi de hayırda öncülüğün pek çok misalini gördük. O, âdeta müessese hâline gelmemiş bir vakıf insanıydı. Başka bir tâbirle, onun hayatı, başlı başına bir vakıf müessesi gibi işliyordu. İlim yolundaki talebelerin ihtiyaçlarını karşılamak, cami, Kur’ân kursu vb. “sadaka-i câriye” hükmündeki hayır hizmetlerine yardımda bulunmak, her yaştan, her seviyeden insanın gönlüne ulaşmaya çalışmak, kendisine tâlib olan kimselerin hâl ve davranışlarıyla yakından ilgilenip ahlâklarını kemale erdirmeye çalışmak, sohbet, ilim ve zikir meclislerinde, insanları Allâh’a yaklaştırmak, mal ve imkânları, Allâh’a yaklaştıran biere vesile hâline dönüştürmek, bütün bunları yaparken eşini, âilesini ve çocuklarını ihmal etmemek, onları da sâlih ve sâliha insanlar olarak yetiştirmek… onun belli başlı büyük hizmetlerindendir. Günümüzde Müslümanlar, maalesef bir tarafı inşa ederken öbür tarafı ihmal ediyorlar. İşte böyle bir devirde itidal sahibi, her tarafı denge ile götüren, dünya ve âhireti birlikte imar etmeye çalışan büyük zâtlara çok ihtiyaç var.
Rabbimiz, bizleri de gönül ehli bu büyük zâtların fakir bir evlâdı olarak kabul buyursun. Gönül testimizi, rahmeti, bereket, lütuf ve keremiyle boş çevirmesin. Âmin.
YORUMLAR