Kur’ân-ı Kerîm, Âlemlerin Rabbi Allah Teâlâ tarafından, insanın dünya ve âhiret hayatını tanzim etmek için gönderilmiş, ilâhî bir kitaptır. Kelâm-ı Kadîm’dir. Yaratılmış olan her ferde hâssaten gönderilmiş bir mektuptur. Allah tarafından insanlara gönderilmiş bu ilâhî mektubun, son ve evrensel mesajı olan Kur’ân-ı Kerîm, bir vahiy mahsûlüdür.
Vahiy sözlükte; “İlham etmek, îmâ ve işaret etmek, fısıldamak, emretmek, telkin etmek ve yazmak” gibi mânâlara gelmektedir. Istılâhî mânâsı ise; “Allah Teâlâ’nın peygamberlerden her birine yüce katından indirmiş olduğu ilâhî sözler, emir ve yasaklar” demektir.
Râgıb el-İsfahânî, vahyi şöyle tarif eder: “Bazen remz yoluyla (gizli ve kapalı söyleme, işaretle anlatma) gerçekleşen bir kelâm, bazen de tespitten soyutlanmış bir sesten ibarettir.”
Vahiy, Âlemlerin Rabbi’nin asırları aşan özel bir mesajı olduğundan; hem nüzûlü, hem de muhafazası çok önemlidir. Nitekim vahiy, yüce bir güç tarafından, yaratılmışların arasında bulunan seçkin bir insana nâzil olmuştur. Vahiy, beşer olan peygamberlere, bazen hanımlarıyla aynı ortamdayken, bazen bir deve üstünde, bazen de uykuda gelmiştir.
İbni Haldun, bunu şöyle ifade eder:
“Peygamberlerin Cebrâil’den vahiy telakki etmeleri, bir anda, bir kere göz açıp kapayıncaya kadar geçen bir müddet içinde gerçekleşiyordu. Çünkü onların kalpleri dâimâ gayb âlemine yönelmişti. Dolayısıyla ilâhî bilgiler, kalplerine çarçabuk aksetmekteydi. Bunun sebebi, vahyolunan bilgiler, bizimki gibi çalışıp çabalayarak öğrenilmiş, dercedilmiş ve belirli vakitlerin geçmesiyle elde edilmeyip bir defada telkin edilmiş bilgiler olmasıdır.”
Kaynakların belirttiğine göre; vahiy meleği Cebrâil -aleyhisselâm- Peygamber Efendimize vahiy getirdiği zaman, gelişini çıngırak yahut zil sesine benzer bir sesle haber veriyordu. Peygamber Efendimiz, vahiy gelirken maddî ve mânevî olarak çok sıkıntı çekiyor; bunu terleme, kızarma, sessizliğe bürünme gibi hâl lisânıyla belli ediyordu.
Hazret-i Âişe -radıyallâhu anhâ-’dan rivayet edilen bir hadîs-i şerîfte Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem- şöyle buyurmuştur:
“Vahiy bazen bana zil çalar yahut çıngırak sesi gibi gelir. Bu, benim için vahyin en ağır olanıdır. O hâl beni terk edince Cebrâil’in ne dediğini ezberlemiş olurum.” (Buhârî, Bed’u’l-Vahy, 1/2; Müslim, Fezâil, 87)
Bazen de Peygamber Efendimiz, uyku esnasında kendisine ârız olan bir sesle, ilâhî vahye mazhar olmaktaydı. Bu şekilde bir vahiy geldiği zaman ise, Peygamber Efendimizin yanında bulunanlar, en soğuk günlerde bile, O’nun mübarek yüzünden, boncuk boncuk terlerin döküldüğünü görürler, arı uğultusuna benzer bir ses işitirlerdi. Allah Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem- o sesin ardından vahiy alırdı.
Cebrâil -aleyhisselâm-’ın Âlemlerin Rabbi’nden alıp Peygamber Efendimize getirdiği, Allah Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in de ümmetine aktarmış olduğu vahiy; üç aşamada gerçekleşen bir hâdisedir.
1-Vahyin, Allah Katından Cebrâil’e İndirilişi
Birinci aşamada vahiy, Cebrâil tarafından Âlemlerin Rabbi Allah Teâlâ’dan alınmış ve Peygamber Efendimize iletilmiştir. Bu aşamayla ilgili iki farklı görüş vardır:
Bir görüşe göre; Cebrâil -aleyhisselâm-, Kur’ân vahyini, Levh-i Mahfuz’dan almıştır. Diğerine göre ise, Kur’ân-ı Kerîm’in tamamı, Cebrâil’e semâ (işitme) yoluyla verilmiştir.
Ashâb-ı kirâmdan Nevvas bin Sem’a -radıyallâhu anh-’ın nakletmiş olduğu bir hadîs-i şerîfte Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem- şöyle buyurur:
“Allah Teâlâ, emrini bildirmeyi dilediğinde vahiy ile konuşur. Konuşunca gökler şiddetli sarsılmaya başlar. Gök sâkinleri bunu işitince bayılırlar ve Allah için secdeye kapanırlar, secdeden başını ilk kaldıran Cebrâil olurdu. Yüce Allah dilediğini ona vahyederdi. Cebrâil de Allah’tan aldığı vahyi, meleklere ulaştırırdı. Her bir semâya uğradığında oranın melekleri, «Rabbimiz ne buyurdu?» diye sorarlardı. O da gerçeği söyler, «Yüceler yücesi büyükler büyüğü O’dur!» der. Böylece Cibrîl, gökte veya arzda Allâh’ın emrettiği yere vahyi götürür.” (İbn-i Kesîr, Tefsûru’l-Kur’âni’l-Azîm, Mısır, t.siz, III, 537; Zerkânî, Menâhil, I, 48)
Âlimlerin çoğuna göre ise, Abese Sûresi’nde de ifade edildiği üzere vahiy, Levh-i Mahfuz’da bulunmaktayken oradan Cebrâil’e intikal ettirilmiştir. Nitekim Allah Teâlâ:
“Şüphesiz bu âyetler, değerli ve güvenilir kâtiplerin elleriyle yazılmış olup tertemiz yüce makamlara kaldırılmış mukaddes sahifelerde yazılı bir öğüttür.” (Abese, 11-16) buyurmuş ve bazı meleklerin vahiy taşıma ve elçilik yapma görevlerinin olduğunu bildirmiştir.
2-Vahyin, Cebrâil’den Peygamber Efendimize İndirilişi
Lâfız ve mânâ bakımından bir bütün olan Kur’ân-ı Kerîm, Levh-i Mahfuz’dan, mahiyeti bizce tam olarak bilinemeyen bir tarzda, vahiy meleğine intikal ettirilmiş, O’nun vasıtasıyla da Peygamber Efendimize çeşitli zaman aralıklarıyla nâzil olmuştur.
Vahiy gelmeye başladığı zaman Peygamber Efendimiz, yanlarında bulunanlardan uzaklaşır, mânevî bir hâle bürünürdü. Dışarıdan uyku veya bayılma gibi görünen bu durumda Peygamber Efendimiz, rûhânî bir iletişim hâline girerdi. Biraz önce ifade edildiği gibi, vücudu terler; bedeni ağırlaşır, çevresinde değişik sesler duyulurdu. Bazen mırıldama gibi sesler çıktığı izlenirdi ki, bu esnada almış olduğu vahyi tekrar ettiği düşünülürdü. Bu hâl geçince, ümmetine Allâh’ın bildirdiği o vahyi öğretirdi.
3- Vahyin, Peygamber Efendimiz Tarafından Ümmete Tebliğ Edilmesi
Âlemlerin Rabbi, yeryüzünde halife olarak yaratmış olduğu insanı yalnız bırakmamış, her peygamberi döneminde vahiyle tanzim ve te’dib etmeye devam etmiştir. Son vahyin indirilmesi sürecini, yirmi üç yıllık bir zamana yaymıştır ki, son ilâhî mektup iyice anlaşılsın, çeşitli hâl ve durumlarda nasıl uygulanacağı yaşanarak öğrenilsin ve böylece kıyamete kadar bütün zaman ve mekânlara hitap edecek evrensel hükümler, teoriden pratiğe geçmiş olsun.
Sahâbe, günlük hayatında eşyaya ve hâdiselere hep vahiy gözlüğüyle bakmış, Peygamber Efendimizin din adına bütün buyruklarını “Anam-babam Sana fedâ olsun!” diyerek kabullenmiştir. Tereddüt yaşadığı zamanlarda ise, Peygamber Efendimizin söylediklerinin şahsî tecrübesi mi, yoksa ilâhî vahiy eseri mi olduğunu sormuş; istişâre gerektiği durumlarda fikirlerini söylemiş; teslim olmak gerektiğinde de bunu en güzel şekliyle hayata geçirmiştir.
KUR’ÂN VAHYİNİN MUHAFAZASI
Asırlara hitap eden ilâhî hükümler, zaman zaman nefislere zor geldiği için, şeytan ve cinler, vahye dâimâ müdahale etmek istemişlerdir. Allah Teâlâ, bazı cin ve şeytanların yüksek melekler meclisi mânâsına gelen “Mele-i A’lâ”ya çıkarak; kulak hırsızlığı yoluyla birtakım haberleri çalmaya çalıştıklarını, bundan dolayı yıldızlar ve gezegenlerle süslenen yakın göğün koruma altına alındığını bildirmektedir.
“Şüphesiz Biz Dünya semâsını, yıldızları zînet kılarak süsledik. Ve onu âsî ve inatçı her şeytandan koruduk.” (es-Saffât, 6-7) şeklindeki âyet-i kerîmelerden de anlaşılacağı üzere Kelâm-ı Kadîm, yalnız arzda değil, semâda da korunmuştur. Semâdaki koruma, aracı meleğin vahyi kaynağından alma ve peygamberlere ulaştırıncaya kadar geçtiği yollarda; arzdaki koruma ise, vahyin hem peygamberler tarafından tebliği esnasında, hem de tebliğ sonrasında olmuştur.
Semâda Korunması
Vahiy metinleri için hem tebliğ aşamasında, hem de tebliğ sonrasında kıyamete kadar bir koruma mevcuttur. Nitekim Kur’ân-ı Kerîm’in mesajları evrenseldir ve asırlar boyunca tek hüküm kaynağıdır. Şeytan ve cinler, hem gök âleminde, hem de arzda Peygamber Efendimizin tebliği esnasında vahye müdahalede bulunmak istemiş, suyu baştan bulandırmaya çalışmış, bunun için birtakım sözler eklemek, bazılarını eksiltmek istemiş; ancak Âlemlerin Rabbi, bunları iptal edip kendi vahyettiği âyetleri muhkemleştirmiştir.
Yeryüzünde Korunması
Kur’ân vahyine beşer veya cinler eliyle müdahale, gerek tebliğ esnasında ve gerekse sonrasında olmamıştır ve kıyamete kadar da olmayacaktır. Zira Allah Teâlâ:
“Doğrusu Kitâb’ı Biz indirdik, Onun koruyucusu da Biz’iz!” (el-Hicr, 9) buyurmaktadır.
Buna göre, hem semâda, hem de yeryüzünde, yani tebliğ aşamasında mevcut olan ilâhî koruma; tebliğ sonrasında da devam etmiştir. Tabiî ki bunda Peygamber Efendimiz tarafından alınan beşerî tedbirlerin de tesiri büyüktür. Nitekim Allah Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, kendisine gelen her vahyi hemen ezberlemiş, ashabına ezberletmiş, vahiy kâtiplerine yazdırtmış ve bu şekilde muhafaza altına almıştır. Ayrıca gerek tebliğ ve sohbetler esnasında, gerekse namazlarda Kur’ân-ı Kerim’i sürekli okuyarak âyet ve sûrelerin insanların zihninde ve gönlünde iyice yerleşmesini temin etmiştir. Bir de ilâhî bir koruma olarak her Ramazan ayında Cebrâil’e o güne kadar indirilmiş bütün âyetleri arz ederek te’yid ettirmiş; son Ramazan’da ise, Mescid-i Nebevî’de bu mukabeleyi iki defa yapmışlardır.
Kur’ân-ı Kerîm’i bu şekilde teslim almış olan ashâb-ı kirâm da; kendilerinin üzerine düşen vazifeyi hakkıyla yerine getirmiş ve tam bir ittifakla, bütün Kur’ân-ı Kerîm, Hazret-i Ebûbekir döneminde “iki kapak arasında” bir araya getirilmiş; sonra da bu Mushaf, Hazret-i Osman devrinde çoğaltılarak İslâm Âlemi’nin en önemli bölgelerine gönderilmiştir. Bir taraftan hâfızlar ezberleriyle, bir taraftan da hattat ve kâtipler elleriyle, bu son ilâhî kitabın değişmeden günümüze kadar ulaşmasını temin etmişlerdir.
Bugün bize düşen, eksiksiz, ilâvesiz ve hatasız bize ulaşan bu son İlâhî Dâvet’in kıymetini bilmek, onu okumak, anlamak, hayata geçirmek ve bizden sonraki nesillere sâlimen ulaşması için üzerimize düşen vazifenin hakkını vermektir.
YORUMLAR