Asırlar oldu... Bu hikâye yeni değil... Tâ ezelden beridir, kalem yazar, âlem kalem oynatır... Hani âlem dedikse, öyle basit değil bu... Âlem... Şu, hayatı rahmet, ölümü felâket olan âlem... Âlim yani... Elbet, varlığıyla fitneye vesile olan, ilmiyle âmil oluşu kıt âlimlerden bahsetmiyoruz... Hakikatli âlimdir sözünü ettiğimiz. İlmi irfan olmuş, ihlâsa, ihsâna, Hakk’â vasıl olmuş âlimdir âlem... Kitap yüklü merkep değil bahsettiğimiz... Merkebin dahi karşısında huzur bulduğu, aşk kapısı âlem... Tüm kelâmların ötesinde, sırrında taşıdığı nice hikmetle yürüyen... Hani, baktığı vakit, baktığı kişinin kalbini ışığa bürüyen... Hiç kaldı mı demeyin... Hiç kaldı mı öyle âlim –ki, eş adı âlem-?... Kaldı ya...Hem, bilir misiniz, insanlar, nefsleri araya girip, görmekten nasipsiz oldular da... O âlem tıynetli âlimi görmek, bir kaleme nasip oldu. Hiçbir özelliği yoktu o kalemin, yazmaktan başka... Bir mütevâzi odada, eski bir seramik bardak içinde, birkaç arkadaşıyla birlikte, her an, gelse de, ellerine alsa beni, diye bekler, beklerdi kalem....-Kalemin de işine bak, demeyin... Âlemin sırrını varlığında taşıyan bir âlimin masasında kalem olmak, az iş değil! Üstelik, bazen günler, bazen haftalar boyu, o mubârek eli değmiyorsa size, ve siz, her ameliniz için, o elin dokunmasına kesinlikle mahkûmsanız... O el olmadan, bir harf bile yazmaktan mahrumsanız... Hâsılı, eliniz, kolunuz, o else... O olmadan bir kuru tahta parçasıysanız...O bakmadığı günlerde, içini efkâr kaplayansanız... O bir keskin bıçakla başınızı kıymadığında, aklı küt, aşkı kıt kalansanız... Kolay mıdır o âlemsiz yaşamak?...Üstelik, o âlem, bir tahta parçası oluşunuza bakmayıp, hürmet ediyorsa size, tüm boşluğunuza, tüm eksikliğinize, tüm hatalarınıza rağmen, bir değer atfedip, hatta, gülümsüyorsa... Hiç sevmekten geri durabilir misiniz o âlemi?...Bizim kalem, âlemin masasına konmadan önce, kendisine bir isim verilmişti. Herkesin kendisini o isimle çağırmasına alışmış olan kalem, o adı âlem söylediği vakit, değişik bir haz duyardı. Pek de güzeldi adı... Ama hani her isim sahibi, adını, sevgilisinin söylemesinden nasıl mesud olursa, kalem de öyleydi. Bazen, âlem, kendisini anmayıp da, yanındaki diğer kalemlere seslendiği zaman, sanki içini bir mahzunluk kaplar, bugün beni çağırmadı, bana seslenmedi diye, içi burkulurdu.Aradan geçen nice günden sonra, âlem, masası başına oturmuştu. Kalemler, o seramik bardak içinde kalpleri çarparak bekleşirken, o güzel el, bizim kaleme uzandı. Âlem, kalemi itinâ ile tuttu... Tam bir şeyler yazacakken, onu masanın üzerine şefkatle bırakıp, sordu:-Senin adın neydi?Kalem, kimselerin duymadığı, ama Âlem’in apaçık dinlediği bir sesle cevap verdi:-Ne fark eder ki, be cânânım....Sen ne buyurursan, o olsun adım... Sen ne dilersen, o olsun... Zaten, senin deyişinin eseri değil mi bütün varlığım? İsmimi de dilediğince var et... Dilersen yok et... Ama hani, sen ki Allah’ın mecnunu bildiğimsin... Sen ki, bu mecnun kalbinle, beni görüşün bile bana nimettir... Kaldı ki adımı hatırlamışsın, unutmuşsun ne gam.... Bakıyorsun ya yüzüme... Bakıyorsun ya bu nice güzel yüz arasındaki yüzsüz yüzüme... Bu bana zaten ikram olarak yeter...Âlem gülümsedi ve dedi ki:-Ben muradsız iş yapmam. Her sözüm de, her işim de bir hikmetledir. Öyle bırak divâne âşıklar gibi konuşmayı da, sorumdaki hikmeti ara...Bunun üzerine kalem şunu söyledi:-Kim bilir... Belki bu, benim akılsız başımın, nice güzellerin ismini unutup da, mahcûbiyetler yaşayışına bir nispettir de, belki o ismini unuttuklarımın hâlini yaşayıp, bu hususta daha uyanık, daha dikkatli olmamı murâd etmişsindir... Belki bana, “seni sevenlerin ismini unutma, zira onlar, sen kendilerini unuttuğunda, işte böyle mahzûn oluyorlar.”, demek istemişsindir. Ama âh be cânânım... Bana Sen’den gayrısının adı ne lâzım... Bak da tek....Sen bak... Ne olur ki, o başkaları da bana dese aynısını.... Mâzur görseler ne olur?Âlem, cevap verdi:-Haklısın. Zira sevenleri tarafından her hâli hüsn-ü zan ile karşılanmak, sevilenlerin hakkıdır. Seviyorum diyen kişinin, sevdiğinin hiçbir hâlinden mahzun olmaması, en ağır sözünü bile naza yorması gerektir. Başını yardığı vakit, Leylâ’dan yüz çeviren mecnûnun mecnunluğu yalandır. Mecnun o kişidir ki, Leylâ kendisine ikram ettiğinde de, kaş çattığında da, Leylâ der, gezer....Kalem, pek sevindi bu cevaptan:-İşte ya, ne olur ki, beni sevdiğini söyleyenler de, isimlerini unutmamdan ötürü incinmeseler. Hoş görseler şu sevdânla tükenmiş aklımı da, senin adını her söylememde, kendi adlarını söylüyormuşum gibi sevinseler....? Zaten, Leylâ olmak gibi bir durumum yok. Ama sen gibi bir Leylâ varken, ne olur ki, her birimiz unutsak da adımızı, seni ansak...Bu cılız bedenden çıkan büyük lafları dinledikten sonra, âlem, şöyle dedi:-A Kalem... Görüyorum ki, boyundan büyük sözler etmedesin. Neyin var ki, benim adımı her an ananlardan olmayı isteyecek cür’eti buldun kendinde?Kalem, mahcup ama güven dolu bir sesle cevap verdi:-Hani, karşına her ne zaman gelsem, secdeden mahrum bir kuru baş... Seherlerin feyzinden mahrum bir gönül... Hani anmaya değmez ya bunlar, yok sayılması efdal olacak, bir çürük, bir ezik, bir eksik varlık olarak, huzuruna her gelişimde, yine de kovmuyorsun ya beni... Ey mânâ âlemi!... Senin karşında ezikliğim... Senin karşında hakirliğim var... Senin karşında fakirlik de ne güzel... Elif derler bir diyardan gelmeyim... Bir kan kırmızı Elif’tir o şehrin amblemi... Ateştir... Hârdır... Kan kırmızı, reyhan kokulu bir Elif dalıdır... Sorsan da âh, bilmem ki nedir, necidir, nasıl bir diyardır... Lutfetseydin, belki de bilirdim... Ama bu odun, nesiller boyu geçemedi ki câhillik sıratını...Hani şimdi, yüzünü çevirsen yüzümden, acep dayanabilir miyim ki?... Acep, kızıversen bir an.... Şu edepsiz, densiz hâlime bakıp da celâlleniversen, taşır mı yüreğim?... Hani böylesine kupkuru bir iddiâdan ibâretken muhabbet... Bütün sermayesini tüketip de... En büyük kâr diye sadece eteklerinde oturup, cemâlini seyretmeyi bilmiş bir cılız kalem, taşır mı celâlini... Neyim olsun?... İşte, her yanımı kaplamış kusûrum var...Âlem, kaşlarını çattı hiç âdeti değilken...-Demek her yanın kusur ve sen, bu hâlinle benim tâlibim oluyorsun ha?!Kalem titredi... Ama doğrusu bu, ürkmeden kaynaklanan bir titremeden çok, zevkten kaynaklanan bir cezbeye benziyordu. Dedi ki:-O kaşlarını çatışın da ne güzel... Gülümsemeni taşıdığınca, kızmanı da taşımazsa bu kalem... Rahmetini sevdiğince, sevmezse gazâbını... Ne diye oturur karşında? Ki, atom da Sen’sin, külli cihan da... Yıldız da Sen’sin, güneş de, ay da... Yer altındaki tertemiz kaynak su da, dipsiz derin fezâ da Sen...Âlem, olmaz, dedi! Herkes bin türlü soru soruyor! Senin o soranlardan farkın ne ki böyle teslim olup gitmişsin?!Kalem cevap verdi:-Tüm soruların cevabını en güzel bilenken Sen, bana yine de bunu sorman da ne güzel... Zira sormak için ilim gerektir. Sen, âlem sıfatlı âlim! Ancak sordun diye derim: Benim sana soracak ilmim yoktur. Ne sorayım ki? Duyuyorum, sıfattan, zâttan sorarlar sana... Bu kalem, daha tek bir bakışının hikmetine erememişken, zâtını sorsa ne olur? Hem bana ne zâttan sıfattan a canım! Hani, bu cehlimle bir de zat sorarsam, kusur üstü kusur olur da, zaten ham olan yanıklığıma, biraz daha hamlık katılır. Korkum buysa nâmerdim! Korkum hamlığıma hamlık eklenmesi değil... Ben ki, Sen’in sözüne muhalif bir söz eder de, Sen’i tekrar tekrar aynı açıklamayı yapman için yorarsam, acep Hakk katında vebâlim nice olur! Hem, bunca bilmezlik içinde, ne olacak yeni bir şeyler sorsam?...-Demek soracak ilmin de yok, sermâyen de öyle mi, dedi Âlem...Bu soru üzerine, Kalem iyice coştu!-Bak be cânânım... Gözlerinin içine dalmaktan gayrı ibadetim mi var? İşte, bütün sermâyem bir çift bakışına kavuşmak...Gayrı nem kaldı? Gayrı ne ister bu gönül? Hani, diyorsun ya gayret et... Ne ki, onu da Sen’den bilmişim, lûtfet... Bir gün gelse de, an bile olsa desem ki, “Ben uğraştım, ben başardım!.” Boşa gitmez mi hiç tüm o gayretler... Allah aşkına, bu zayıfa bırakma... Bu zayıfı uğraştırma da, lûtfet... O kadar ki, bir dem gelip de, “ben” diyecek yeri kalmasın kaypak nefsimin... Bilsin! Delice bilsin! Hiçbir kaçış noktası kalmasın... Ona bırakma ne olur... Senin elinde değil mi varlığım? Sarayının içine al beni... Kapılarda beklediğim yetsin... Gerçi, beklemekten erinir değilim lâkin... Secdede arama başımı, bir kuru tastır... Şükürde arama dilimi, pek âciz... Dedim ya... Bir tek ibâdetim kaldı başka yok: Gözlerin gözlerime değdiği vakit... İşte, orucum da, namazım da, sadakam da o benim... Ki lûtfetmedikçe Sen, ondan da mahrum, ondan da uzak, ondan da bîkesim... Sen olmayı istiyorum... “Ben olmanı istiyorum.” deyişinden cesâretle... Başka ne gözümde dünya, ne ahret... Sen’i istiyorum, beni istediğince... Zira ancak istediğince isteyebilecek kadarım... Sen istemedikçe, isteyemeyecek kadar...Ah bu oyunu nicedir oynarsın böyle... İliklerime, damarlarıma dek mâlûmunken, ismimi şaşırıp durman da ne öyle... Gerçi, şaşırmak da nasıl yakışır Sana... Belki de, gülümsetmek içindir kim bilir... Zira gülümserim içten içe. “Yine nedir murâdı acep” diye... İşte ardından, nice söz, nice yakarış gelir. Derim ki: İşte, işte bu sebeple... Ne yapacaksan yap artık! Değil mi ki, ömrüm ellerinde...! Ver ne vereceksen! Al ne alacaksan! Yetmedi mi a canım! Doldur kabıma meyinden! Öyle döndür ki başımı, bir daha bakmasın ardına!“Kalem, kalem...!” dedi Âlem... Yine ne dediğini bilmez oldun. Zaten, gitme vaktim de yaklaştı, son sözlerini söyle de, vedâlaşalım...Kalem, bu ikâzın ardından, içi derin bir sızıyla yanarak şunları söyledi:-Hani şimdi Sen, hatırlatıp dururken ayrılık faslını, gerçi o baş deliye dönüyor ama... Hadi, ne olur ki, zor mu ki, temelli serhoş eyle de, unutayım kendimin de adını! Bir adın kalsın! Bir yâdın kalsın! Bir Sen kal ne olur ki... Bana bakan, ne olur ki, bir tek Sen’i görüp, ansın! Şu yakarışa yol olan hasretine de sevdâlıyım ama... Ne olur ki merhamet edip, bitirsen ayrılığı gayrılığı... Ne olur yırtsan da tüm perdeleri, dupduru ve apaydınlık görünsen bana... Dayanamazsın deme! Aydınlığından dağılıp parçalanarak ölsem, âh, ne büyük nimet bana... Bu sözler üzerine, Âlem, kalemi eliyle tutup kaldırdı. Tam da gözlerinin hizasına getirip, eşsiz bir gülümseyiş ve esrarla baktı... Kalem, mest-ü hayrân olup dedi ki:-Cenneti görmüş idim... Lâkin, cennet içre bir cennet kapısı açtın da şimdi, Sen’i gösterdin bana.... İşte şu ân, vuslat ile zevk-u ândır! Gerçi... Vallahi vuslatta çekilen hasret, pek yamandır! Hasretin hiç dinmez hissederim... Zira dinecek olsa, kederimden eririm... Zaten, eğer bir kerecik görmekle dinecek olsaydı hasret, hiç aşkının bâkiliğinden söz edilebilir miydi... İşte, senin adın gibi eminim: Gördükçe göresi, duydukça duyası, yandıkça yanası gelir sevdiğinin... Ne kadar görünsen bir o kadar daha arzularım Sen’i... Bitmesin! Çile hiç bitmesin! Zira o çile biterse, her şeyi biter de, cennet içre cehennemde kalır sevdiğin... Desem ki, tüm bu halsiz hâlimle, adım ne şu, ne bu.... Ne şu, ne bu...Adım...Adım.........Kalem, bundan sonra tek kelime edemeyecek kadar halsiz düştü... Hikâyenin sonunu, hiç bilemedi, çünkü, sızdı kaldı Kalem... Zaten, buraya kadar da, Âlem’in elinde, bir meyyitin işi idi yaptığı... Âlem’di âlim... O tamamladı eksiğini Kalem’in:“Asl-ı Hayy’ım .... Nesl-i Hû’yum.... Asl-ı Hâr’ım... Nesl-i Su’yum... Ey Yâr! Hadi! Hiç ayrılmayasıya gözlerine daldır... Ki köşk, ırmak, olmasa ne gamdır.... Mâdem sordun, bile bile... Murâdın söyletmekse... İşte, adım: Nesl-i Yâr’dır.......”
YORUMLAR