İletişim Yeteneğinin Kaybolması
Âile içinde fertlerin birbirleri ile iletişimlerinde güven duygusunu kırıcı, kişilik ve kimliğe saldırıcı unsurlar görülmüyor olsa da, eğer âile içinde üçüncü şahıslar hakkında menfî konuşmalar yapılıyor ise, böyle bir ortamda bulunan fertler aslında birbirlerinin benliklerini “dolaylı” olarak tehdit algısı oluşturur. Zira üçüncü şahısların aleyhinde konuşulan bir ortamda bulunan bir çocuk, kendi sosyal hayatı içinde yanlışlar yapmaktan korkar. Kendi âilesinin başkaları hakkında konuştuğunu bizzat gören ve bu tecrübeyi edinmiş olan çocuk, sosyal hayatta hata yapmamak için, birilerinin de kendisi aleyhinde konuşmalarının önüne geçmek için aşırı bir gayret içerisine girer. Böylesi bir atmosferde yetişen çocuklarda çoğu defa “sosyal fobi: toplumsal korku” oluştuğu gözlenmektedir.[1]
Sosyal fobi sahibi olan bir çocuk, aynı zamanda iletişim yeteneğini de kaybeder. Çevresi ile iletişimde kaygılıdır, konuşmaktan çekinir, konuşma esnasında kelimeleri yan yana getirmekten, cümleyi tamamlamaktan çekinir. Sosyal bir ortamda kendisine birisi hitap edecek diye, kendisi ile bir şeyler konuşulacak diye oldukça tedirgindir. Bir an önce bulunduğu ortamdan çıkmayı arzu eder. Hangi şiddette olursa olsun, sosyal fobisi olan bir kişinin kurduğu âile hayatında problemler yaşanacağı da bir gerçektir.
Dolaylı Benlik Saldırısı
Benliğe saldırı algısı, yukarıdaki örneklerde olduğu gibi bazen doğrudan, bazen de dolaylı saldırılardan oluşur. Meselâ, anne-babanın çocuklarını çok seviyor olması ve ona karşı şiddet uygulamıyor oluşu ve fakat kendi aralarında problem çözme yeteneği olarak her an şiddete başvuruyor olmaları, çocuk açısından benliğe endirekt bir benlik saldırı algısı oluşturur.
Birçok ebeveyn, kendi aralarındaki tartışmaları, çocuklarının görmesini istemediği için, çocukları ayrı odaya gönderip tartışmalarına devam etmektedir. Hâlbuki böyle bir durum, çocuk açısından oldukça mahzurludur. Zira çocuk, gözleri ile göremese de anne-babasının tartışmasına ait sözleri duyduğu müddetçe, anne-babasının bulunduğu ortamdaki şiddeti, kendi hayal dünyasının derinliği kadar büyük hayal edebilir.
Çocukların genellikle hayal ettiği şiddet atmosferi, yaşanan şiddetten daha korkunçtur. Meselâ anne, içeride eşine yüksek sesle:
“-Yapma, vurma!” diyerek seslense, çocuk, annesinden duyacağı böyle bir sesin karşılığında oluşan olayı çok fecî bir durum olarak değerlendirebilir. Babasının annesini öldürmek üzere olduğunu hayal edebilir, annesinin kendisini korumak için babasına bıçak saplayacağını zannedebilir. Çocuk, hayal dünyasının genişliği ölçüsünde içeride yaşanan olayı daha da büyüterek rûhunda yaşatır. Bu sebeple, âile içinde yaşanabilecek birtakım olayları çocukları başka odalara gönderip çözmek yerine, çocukların bulunduğu ortamda çözülemeyecek tartışma konularını, çocuktan uzak bir ortamda çözmeye çalışmak daha doğru olur.
Eğer âile içinde, seviyeli ve çözümü kolay birtakım problemler yaşanıyorsa, böylesi problemlerin yaşandığı atmosferde çocuk özellikle bulunmalı ki, anne-babasının karşı karşıya kaldığı birtakım meseleleri nasıl çözdüklerinin şâhidi olsun. Anne-babasının problemleri nasıl çözdüğünü gören çocuk, aynı zamanda kendisinde problem çözme yeteneği geliştirmektedir.
Bütün bunlarla birlikte, bir de âile içinde iletişimin olmaması gereken zamanlar vardır. Bu zamanlarda eşlerin birbirleri ile iletişimlerini devam ettirmeye çalışması yerine, bir süreliğine iletişime ara vermeleri gerekebilir.
Meselâ, duyguların kontrol edilemediği, öfkenin üst seviyede olduğu anlarda, eşlerden biri diğerini “incitmeden” ve öfkesini daha fazla körüklemeden iletişimi hissettirmeden en alt seviyeye indirmesi gerekir. Zira öfkeli anlarda bulunacak çözümler, çoğu defa faydalı çözümler olmayacağı için, öfkesini kontrol edebilen eş, muhâtabının öfkesinin yatışmasını beklemelidir. Bu, çok daha faydalı bir usûl olur.
Öfke anında iletişimi devam ettirmek yanlıştır. Zira, öfke ânında kurulacak duyusal/hissî iletişimde, hisler, akla hâkim olacağı için mantıklı çözümler üretilemeyebilir. Üretilecek çözümler de öfke ânının bir sonucu olan çözümler olacağı için, bulunan çözümler mâkul olsa da, hayata geçirmek oldukça zor olmaktadır.
Âile İçi İletişimde “Evet”in Gücünü Keşfetmek
Ferdiyetçiliğin ve özgüven duygusunun alabildiğince desteklendiği günümüzde kişiler “hayır” demeye teşvik edilmekte, “hayır” diyebilmesi için motivasyon sağlanmaya çalışıldığı görülmektedir.
Hâlbuki özellikle âile içi iletişimde kullanılan “hayır” kelimesi, kişinin kilitlenmesine, iç dünyasının kapanmasına neden olur.[2] Hâlbuki “evet” diyebilmek, kişinin önünün açılmasını sağlar ve çözülmesi gereken problemlere karşı kişide bir motivasyon oluşturur. Özellikle erken çocukluk döneminde, çocuklarla kurulan iletişimde “hayır” kelimesini kullanmak çocuğu hırslandırır, sinirlendirir ve agresif bir tutum içine girer.
Âile içi iletişimde fertlerin birbirlerine karşı kullandığı “evet” kelimesi, ferdin kabul gördüğünün işareti olarak algılanır. Böylesi bir iletişim modeli geliştirmiş âilede, âidiyet duygusu daha hızlı gelişir. Fakat burada altını çizmekte fayda var ki, âile içinde her şeye “evet” demek, fertlerin isteklerinin “hemen” kabul göreceği şeklinde algılanmamalıdır. Zira “evet” demek;
“-Kapılarım sana açık!” demektir. “Konuşalım, istişâre edelim, benim gerçeğimi sen gör, senin gerçeğini de ben göreyim. Nasıl bir çözüm çıkacağını ben de bilmiyorum, ama netice, ikimizin çözümü olsun!” diye âile içinde kolektif bir hayatın işaret taşıdır.
Âile içindeki fertlerin birbirlerinin gerçeklerini kabul ederek “Evet, hadi varım!..” şeklinde telkinlerle birbirlerine yaklaşması, ferdin o âile içinde değer gördüğünün, düşüncelerinin önemsendiğinin, konuşabilmek için kapıların her an açık olduğunun işareti olacağı için, özellikle gelişim dönemindeki çocukların oluşturacağı kimliği olumlu yönde etkiler. Fert, kendisini böylesine kabul edildiğini görmenin mutluluğu ile âile içinde iletişim kapılarını açık tutar.[3]
“Hayır” kelimesi ise, negatif mânâ yüklüdür ve içe kapanmanın işaretidir. İletişim kapılarının kapanmasının sebep olur. “Hayır” kelimesi ile kurulan diyaloglarda konuşma isteği azalır, konuşmayı devam ettirecek iletişim enerjisi kaybolur.
Bu sebeple, âile içi iletişimde en yasaklı kelimelerden biri de “hayır” kelimesi olmalıdır. “Hayır” kelimesini, problem çözme yeteneğinin kısıtlandığı, kendini kapatıp problemlerden kaçmaya çalışmanın bir usûlü olduğu unutulmamalıdır.[4]
Âile fertlerinin birbirlerine karşı kullandıkları “evet” mesajları, aynı zamanda o âilede yeni yeni görevler oluşmasına sebep olur. Oluşan bu görevler ise, yeni çözüm tekliflerini bulmaya, âileyi aktif bir hayat içinde tutmaya yarar.
Meselâ; bir eşin diğer bir eşe:
“-Bu ay evimize yeni mobilyalar alalım mı?” sorusuna karşı, eşin:
“-Hayır, almayalım. çünkü bu ay çok zor durumdayız!” şeklinde iletişim kurması ile,
“-Evet, ben de almak istiyorum, ancak bu ay çok zor durumdayız!..” şeklindeki mesajı arasında oldukça büyük fark vardır. Birinci cümleye muhatap olan eş, “hayır” kelimesini ilk duyduğu an, cümlenin geri kalan kısmını önyargı ile dinleyecek, belki de kendisinin de hak vereceği, “Bu ay çok zor durumdayız!” mesajını yeterince duyarlı bir vaziyette algılayamayacaktır. Hâlbuki, “Evet, ben de eşyaları yenilemek istiyorum.” ile başlayan cümlede, eş, muhâtabının kendisi gibi düşündüğünü algılayacağı için, karşılaşılan hâdiseye daha gerçekçi bir çözüm arayışı içine girilebilecektir.
Âile İçi İletişimde Sesin Tonu
Âile içi iletişimin temel esaslarından biri de, kullanılan ses tonudur. Zira farklı yaş gruplarında, farklı karakter ve güçte kişilerin bir arada yaşadığı âile ortamında doğal olarak her ferdin ses tonu bir diğerinden farklıdır. Erkek sesleri kalın ve tok, hanım sesleri ince ve tiz, çocuk sesleri ise gelişim aşamasındadır.
Ses tonunun “yumuşak” olması, iletişimde olumlu tesirler yaptığı bilinen bir gerçektir. Sesin yumuşaklığının ayarlanmaması, kaba ve kalın bir ses ya da ince ve sinir bozucu bir ses, özellikle çocuklar üzerinde “ürkütücü” bir tesir oluşturmaktadır. İnce veya kalın bir ses tonu ile kendisine seslenilen bir çocuk, işittiği sesin rûhunda oluşturduğu ürküntü ile kendisinden beklenen şeyleri yapsa da, yaşadığı o an, bu çocuğun bilinç altında ürperti sesi olarak kalacaktır.
Bununla birlikte, bazı ses tonları vardır ki, o sesi kullanan kişi çok fark etmese de, muhatabının “sinir uçlarına” dokunur. Eğer âile içinde bir fert, kullandığı ses tonu ile ilgili olarak eleştiriler alıyorsa, muhakkak bu eleştirileri dikkate almalı, sesinin tonunu ona göre yeniden oluşturmaya çalışmalıdır.
Ayrıca konuşma sırasında, kişinin tekdüze konuşması, sesine âhenk verememesi ya da vurgulamaları yapamadan monoton bir vaziyette konuşuyor oluşu da âile içi iletişimin kalitesini belirleyici faktördür. Seste bir âhenk olmadan konuşuluyor olması, muhâtabı yorar. Bir süre sonra da muhâtabın sinirleri gerilebilir ya da konuşmaları takip etme motivasyonunu yitirebilir.
Âile içinde ortak bir anlaşmaya varılıp herkes yumuşak bir ses tonu kullanmaya veya başka bir deyişle herkes sesini “sıcak bir ses tonu ile süslemeye” gayret etmelidir. Âile fertleri, birbirinin kullandığı ses tonundan rahatsız oluyorlar ise, “benliğe” dokunmadan ve kişiyi mahcup duruma düşürmeden bu durumu kendisine söylemelidir. Zira kimse kendi sesinin gerçek hâlini duyamayacağı için, âile içinde fertler birbirlerine bu konuda destek olmalıdırlar. (Devam Edecek)
[1] Rahat Bırakın Beni, Terapi Hikayeleri, Âdem Güneş, Nesil Yayınları, 2010
[2] De Kracht van Ja, Ankh-Hermes, BV., 2005, John Kalse
[3] a.g.e.
[4] a.g.e.
YORUMLAR