Aile İçi İletişim-2

Güven duygusu

Âilede mutluluğun en temel esaslarından biri de “güven duygusu”dur. Daha önce izah edilmeye çalışılan “duyusal” iletişimde “fıtrî” olma gayreti, âile fertlerinin aynı zamanda birbirine karşı “güven” duygusu geliştirmesine de sebep olur. Zira âile içindeki fertlerin birbirleri ile kurdukları iletişimde, “yapmacıklığa” ve “sanki kendilerinden bir şey gizleniyormuş gibi” iletişim kuruluyor olmasına tahammülleri yoktur. Güven ihtiyacı da bir “fıtrî” zorunluluktur, lüks değildir.

Zira yaratılışta Allah, insanı tek yönlü bir ihtiyaç içinde bırakmıştır. Bir kadın, duygusal (hissî), fizikî ve sosyal alanlarda ihtiyaçlar içindedir ve bu ihtiyaçların büyük bir kısmının giderildiği adres, erkektir. Aynı zamanda, bir erkek de ihtiyaçlar içindedir ve erkeğin de ihtiyaçlarının büyük bölümünün giderildiği adres, kadındır.

Bir başka deyişle, eşler, birbirlerinin eksik yönlerini tamamlayan, bir bütünün ayrı bedenlerdeki parçalarıdır.

Sadece eşler değil, çocuklar da kendi dünyaları içinde ihtiyaç sahibidirler ve bu ihtiyaçlarını hayatın başlarında âile içinde gidermeye gayret ederler.

Hâl böyle olunca, âile içindeki en büyük “ihtiyaç”, fertlerin birbirine olan “güven” duygusudur. Zira bir eş, kendisini yarı yolda bırakılmayacağının ve ihtiyaç içinde yalnız kalmayacağının garantisini eşinden bekler. Eğer ki eş, kendini böylesi bir garanti altında hissetmez ise, tedirgin olur, kaygılanır. Böylesi bir kaygı ise, âile içinde kimi zaman huzursuzluk, kimi zaman kıskançlık, kimi zaman ise agresif bir hayat kaynağı olur.

İşte bu sebeple, âile içi iletişimde dikkat edilecek en önemli unsur, güven duygusunun oluşturulması ve oluşmuş olan güven duygusunun zedelenmemesidir. Eşlerin birbirlerine güven içinde bağlanmasında ise, iletişimin oldukça önemli bir payı vardır. Zira eşler güven duygusunu, birbirleri ile kurdukları iletişimle pekiştirir veya zedelerler.

Meselâ, bir eş, bir diğerinin bir yalanını yakalamış olsa, bir ömür boyu kurmaya çalıştığı “güven” duygusu, tek bir yalan söz ile birdenbire yıkılabilir. Hattâ geçmiş onlarca yıl da sorgu altına alınabilir; “acaba bütün bir hayat boyu bir yalancı ile birlikte mi yaşadım?” diye…

Bu sebeple denilebilir ki, eşler arasındaki iletişimin en temel unsurlarından biri, eşlerin hangi sebeple olursa olsun birbirlerine “yalan” söylememesi, yalan tavır ve davranışlar içinde bulunmamasıdır.

Sadece âile içinde kurulan iletişimde değil, fertler, sosyal hayatın hiçbir bölümünde yalana itibar etmemelidirler. Zira kişi, her ne kadar eşinin kendisine yalan söylemediğinden emin olsa bile, kendi eşinin başkalarına yalan söylüyor olmasından da eşine duyduğu güven duygusu yıkılır. Böyle bir durumda kişinin şuuraltı şu kaygıyı oluşturacaktır:

“Eğer eşim, o kişiye karşı yalan söyleyebiliyorsa, zorda kaldığı bir zaman bana da yalan söyleyebilir.”

Bu ise, eşlerin tedirgin olmasına, birbirlerine duydukları güveni gözden geçirmesine, âile içinde daha fazla teyakkuzda durarak; kendisinin de bir vesile ile zarara uğratılmaması gayretine düşmesine sebep olur. Bir başka ifadeyle, âile içinde “kaygılı” bir hayat süreci oluşur.

“Yalan”ın âile hayatında korkunç bir yıkıcı gücü olmasına rağmen, maalesef günümüz sosyal hayatı, yalanı hafife almakta, yalana farklı farklı sempatik sıfatlar takarak âile yaşantısını kasıtlı veya şuursuzca bir tahribata mahkûm etmektedir. Doğru olmayan, gerçeği ifade etmeyen her bir söz, “yalan”dır. Ne pembe yalanlar, ne de küçük yalanlar, yalanın yalan olduğu gerçeğini değiştirmez. Eşine karşı “pembe” veya “küçük mâsum” yalanlara başvuran bir kimse “acı bir şekilde” eşinin güven duygusunu kaybeder.

Âile içinde güven duygusu oluşabilmesi, sadece iletişimde yalansız olmaya bağlı değildir. Eşlerin birbiri ile kurduğu iletişimde “kendi benliklerini tehdit altında hissetmemesi” gerekir. Bir başka deyişle, âile içinde kurulan iletişimde eşler, birbirinin “benliğine” saldırıda bulunmamalıdır.

Âile içinde yalansız bir hayat sürülebilmesi için, eşler, birbirine baskıda bulunmamalı ya da eş, kendini, âile içinde baskı altında hissetmemelidir. Zira özellikle çocuklarda görülen yalanın en belirgin sebebi, baskı ve zoraki kişilik oluşturma gayretidir.[1]

Bu açıdan bakıldığında, âile içinde fertlerin yalansız iletişim kurmasının temel şartı, âile içindeki fertlerin birbirlerinin benliğini tehdit altında tutmuyor oluşudur.

 

İletişimde benliğin tehdit algısı

İnsanın duygu dünyasını dengede tutan mekanizmanın merkezinde “benlik” bulunmaktadır.

Kişinin benliği ne kadar güven dolu bir ortamda ise, kişiliği o derece gelişir, karakteri o derecede olgunlaşır. Aksi takdirde, kişinin benliği tehdit altında olduğu sürece o kişi, kişilik bozukluğuna doğru yol alır.

Nedir benlik? Sigmund Freud’un “ego”[2] diye tarif ettiği, “benlik” veya “ene”[3] olarak da ifade edilen, insanın bu esrarlı ruh merkezi, âile içi iletişimde oldukça dikkat edilmesi gereken bir noktadır.

Eğer kişinin benliğine yönelen bir saldırı olursa, o takdirde kişi, kendi benliğine yönelen saldırıyı bertaraf etmek için “savunma mekanizması”nı harekete geçirir, ki yukarıda izah edildiği gibi, yalan da bu savunma mekanizmalarından biridir.[4]

Meselâ, öfkeli bir kocası bulunan bir kadın, iş çıkışı eşinin hiç de hoşlanmadığı bir ortak arkadaşı ile ayaküstü sohbet ederken telefonu çalsa ve telefondaki kişi eşi olsa; kocası bu kadına, nerede olduğunu ve kiminle olduğunu sorsa… Muhtemelen kocasının öfkesinden ve şiddetinden çekinen bu kadın, eşine o esnada yalan söyleyerek benliğini/kişiliğini korumaya çalışacaktır. Belki de birbirlerini çok seven bu çift, âile içindeki işte bu benlik tehditlerinden dolayı önce belki yalana bulaşacak ve sonra yalana bulaşan eş, duygusal (hissî) iletişim yeteneğini kaybedecektir. Zira “yalan”ın insan duygu dünyasında oluşturduğu en önemli tahribât, duyarsızlaşma veya hissetme yeteneğini yok etmedir. Hâlbuki “duyarlı olma”, duygusal (hissî) iletişimin olmaza olmaz esaslarındandır.

Yukarıdaki misali devam ettirecek olursak; eşine karşı yalan söylemek zorunda kalan bu kadın, eve gittiğinde eşi ile o güne ait olanları paylaşırken, telefonun geldiği ve o sırada eşinin arzu etmediği kişi ile konuştuğu dakikaları atlayacak, o dakikaları eşinden gizleyecektir. Eğer eşi, o dakikalar ile ilgili kendisi ile konuşacak olursa, kadın, o anda, duygu dünyasını duyarsızlaştırmak zorunda kalacaktır. Zira o sırada eşine yalan söylemek zorunda olan bu kadın, şimdi yüz yüze konuşurken heyecanlandığında yüzünün kızaracağını ve panik bir hâl sergileyeceğini düşünecektir. O an için söylediği yalanın şimdi ortaya çıkabileceği endişesini taşıyacağı için duygu dünyasını bastırarak içindeki kaygıları dışına yansıtmadan eşi ile konuşmak zorunda kalacaktır.

İşte böyle bir durumda kalan çift, birbiri ile “duyusal iletişim” içinde değildir. Duyu dünyası devrede olmadan kurulan iletişim ise, yapmacık davranışlara, yapmacık ruh hâline sebep olacağı için böyle bir anda kurulan iletişim “kaliteli” ve doyurucu bir iletişim özelliğine sahip olmayacaktır. Aslında o an, eşler iletişim kurmamış, sadece birbirlerini geçiştirmiş ve oyalamışlardır.

Burada, kadının yalan söylemesine sebep olan faktör, aslında erkeğin öfkeli tavırları olsa da, başka bir ifadeyle, bu kadın eşine doğruları söyleyemeyecek derecede benliğinden taviz vermiş olsa da, önemli olan şey sonuçtur; duyuların devrede olmadığı bir iletişim… 

Her ne sebeple olursa olsun, âile içinde fertlerin birbirlerinin benliğini tehdit ederek sergiledikleri bu iletişim modeli, huzurlu bir evlilikte kesinlikle olmaması gereken bir ana kuraldır.

 

Benliği tehdit eden iletişim sözleri

Kişinin benliği, her zaman yukarıdaki gibi belirgin bir tehditle izah edilemeyebilir. Benlik, kurulan iletişim içinde hiç de tehdit içermeyen birtakım kelimelerle de kendini tehdit altında hissedebilir. Bu kelimelerin en başta geleni hedef gösteren “Sen” kelimesidir.

Hedef gösteren “sen” kelimesi, insanın doğrudan benliğine hitap eder ve kişinin benliğini tehdit altına alır. Hâlbuki âileler, çoğu defa çocukları ile kurdukları iletişimde negatif tetikleyici bir tesiri olan bu “hedef gösterici sen” ifadesini oldukça sık kullanmaktadırlar.

“Negatif tetikleme” nedir? Negatif tetikleme; kişinin, benliğini, olumsuz söz ve ifadeler ile tehdit etmek, böylece kişide oluşan olumsuz negatif duygularla pozitife doğru taşımaya çalışmaktır.

Örneğin;

“Derslerine çalışmazsan, adam olamazsın! (SEN)”

“Neden artık her akşam eve geç geliyorsun?! (SEN)”

“Yemeği güzel yapamamışsın! (SEN)”

Bu ve benzeri bütün cümlelerin içerisinde saklı bulunan, hedef gösteren ve negatif tetiklemeyi amaç edinen “sen” hitapları karşısında kişi benliğini korumak için savunma mekanizmasını kullanacak ve muhtemelen kendisini savunurken karşı taraf ile çatışmaya girecektir.

İşte bu yüzdendir ki, âile içinde kurulacak iletişimde, negatif tetikleyici “sen” ifadesi ile mesajlar vermemek gerekir. Bir başka deyişle, kişinin, kişiliğine saldırı niteliği taşıyacak cümleler ile iletişim kurmamak gerekir. Eğer âile içinde doğru gitmeyen birtakım olaylar var ise, bu olayların önünü almak için direkt olarak kişinin, kişiliğine saldırmak yerine, ortadaki davranışın yanlışlığına vurgu yapmak gerekir.

Hâlbuki âile içinde her bir fert kendini güvende hissetmeli, kendi benliğine yönelik tehditler altında tedirgin edilmemelidir.

“Negatif tetikleme” ile kişiden “pozitif davranış bekleme yanlışı” maalesef günümüz âilelerinin en büyük hatasıdır. Yukarıdaki misalleri çoğaltacak olursak, meselâ, eşinin fazla kilolarından rahatsız olan bir kimse, onun fizikî görünümü hakkında yorumda bulunacak olsa ve “Ne kadar kilolusun!..” dese veya eşinin boyunun kısalığını îmâ edici birtakım söz ve fiillerde bulunsa, bütün bu davranış şekli de kişinin benliğine bir tehdit hissi oluşturur.

Benliğin kendini tehdit altında hissetmesi de, kurulacak iletişime direkt olarak tesir eder; kimi zaman yalana, kimi zaman olmadık bahanelere ve kimi zaman da duyarsızlaşmaya sebep olur.

Kişinin fizikî özelliğinin dışında, onun “kimliğini” oluşturan diğer bütün faktörleri dile düşürmek de oldukça yanlış bir iletişim yöntemi olur. Meselâ; “senin zekândan şüphe ediyorum!” veya “Sen çok pis bir çocuksun!” ya da “Sen istediğim gibi bir eş değilsin!” gibi sözler, direkt kişinin şahsiyetine yönelen tehditler niteliğindedir.

Bu cümleleri kuran anne-baba, belki çocuğunun zekâsının geriliğinden gerçekten şüphe ediyor olabilir. Ancak, böylesi bir söz, kişinin direkt olarak yüzüne söylendiğinde, o kişinin benliğine yönelen bir tehdit hâline gelir. Ya da çocukta gerçekten de bir temizlik alışkanlığı oluşmamış olabilir. Ancak çocuğun sahip olmakta geciktiği şahsî temizlik sorumluluğundaki bu eksiklik veya yeteneksizlik, açıkça dile getirilerek çocukla iletişim kurmak, o çocuğun benliğine saldırmak demektir. (Devam Edecek)

 

[1] Çocuk Vicdanı ve Biz, Hans Zulleger, Cem Yayınevi, 2000

[2] Haz ilkesinin ötesinde Ben ve İd, Sigmund Freud, Metis Yayınları, 2009

[3] Ene ve Zerre Risâlesi, Bediüzzaman Said Nursî, Işık Yayınları 2004

[4] Ben ve Savunma Mekanizmaları, Anna Freud, Metis Yayınları, 2004

PAYLAŞ:                

YORUMLAR

İlk yorumu yapan siz olun!

Yorum Ekle