Leo Tolstoy; “Bütün mutlu âileler birbirlerine benzer, mutsuz âilelerse kendilerince mutsuzdurlar.”[1] diye bir tespitte bulunmaktadır. Ona göre, dünyadaki mutsuz âile adedince mutsuzluk sebebi olmasına rağmen, mutlu âilelerin temel özellikleri neredeyse birbirinin aynıdır.
Âile içi iletişim ve mutlu âile modelleri üzerine çalışmalar yapan Berna Bridge ise; “Mutlu ve başarılı yaşamanın anahtarı «olumlu» ve «yapıcı» iletişim becerileridir.”[2] demektedir.
Hiçbir âile terapistinin, psikolog veya pedagogun itiraz edemeyeceği kadar ortak kabul edilen gerçek; âile içi mutluluğun temel esaslarından en önemlisinin, âile içi iletişimin “kalitesi” olduğudur.
Bir âilenin mutlu bir hayat sürmesi veya mutsuzluk girdabında bocalaması kadar önemli bir fonksiyona sahip olan “âile içi iletişim becerisi” maalesef ya yeterince anlaşılmamakta veya sonuçları kadar ciddiye alınmamaktadır.
Zira âile içi iletişimin insan hayatında ne kadar önemli olduğunun bilinmemesi ve doğru bir biçimde uygulanmamasının bir süre sonraki tabiî sonucunun âilenin yıkılmasına kadar gidebileceği, eşler tarafından maalesef dikkate alınmıyor. İletişim noksanlığı, kartopunun çığa dönüşmesine benzer. Nasıl karlı dağdan bir avuç kartopu yuvarlandığında, bir süre sonra önü alınamayacak büyüklükte bir çığa dönüşür. Aynı bunun gibi, çığ altında kalmış birçok eşin ortak cümlesi de zaten bu yüzden:
“-Eşim beni yeterince anlasaydı, biz boşanmayacaktık!..” veya “Eşim beni hiç anlayamadı.” olmaktadır.
Eşlerin birbirlerini anlayamıyor olması, sözel iletişim becerisi ile ilgili bir durum değildir aslında… Böylesi yakınmada bulunan bir eş, her ne kadar, eşi ile her ortamda rahatça konuşabiliyor, görüş alışverişinde bulunabiliyor ve entelektüel seviyede sohbet edebiliyor olsa da, “Eşim beni anlamıyor!” ifadesi ile aslında kastettiği şey, eşi ile arasında “hissî/duyusal iletişim” kuramıyor olmasıdır.
Hissî/Duyusal iletişim, Zihinsel İletişim
İletişimin klasik sınıflandırılışına bakıldığında, ikiye ayrıldığını görmekteyiz.
1-Sözel iletişim[3]
2-Sözel olmayan (sözsüz iletişim)[4]
Hâlbuki böylesi bir tanımlama, âile içi iletişimde yetersizlik oluşturur. Zira, âile iletişiminin en belirgin özelliği “hissî/duyusal” oluşudur. Nedir “hissî/duyusal iletişim”? Duyusal iletişim; fertlerin birbirleri ile kurdukları iletişimin, “his/duyu” dünyası ile gerçekleştirmesidir. Bir başka deyişle, gerek sözel veya gerekse sözel olmayan bütün iletişim unsurlarının “duyularla/hislerle” kurulması hâline “duyusal/hissî” veya “duygusal” iletişim diye adlandırabiliriz.
Dolayısıyla birbirlerine hitap eden eşlerin, ağızlarından çıkan sözler, duygularını ifade etmiyor ise, böylesi bir iletişim “hissî/duyusal” iletişim niteliği taşıyamaz. Veya bunun zıddı olarak, kendisine hitap edilen bir eş, eşini “his/duyu” dünyası ile dinlemiyor ise, o takdirde böylesi bir dinleme de duyusal iletişim içerisinde yer alamaz.
Eğer âile içinde fertler birbirleri ile kurdukları iletişimi, his/duyu dünyası ile yürütürler ise o takdirde sözel olmayan iletişim de zaten kendiliğinden şekillenmiş olur. Zira eğer insan, his/duyu dünyası ile iletişim kuracak olursa, o insanın vücudunun kıvrımları, el-kol hareketleri, duruşu, yüzünün kızarması gibi sözel olmayan iletişime ait unsurlar kendiliğinden şekillenecek, hissiyâtını destekler vaziyette tabiî olarak şekillenecektir. Bu sayede sözel iletişimi destekleyen vücut yapısının şekillenmesi de en tabiî hâli kendiliğinden oluşacaktır; söz ile vücut dili birbirinden kopuk olmayacaktır.
Eğer âile içi iletişime “sadece” sözel ve sözel olmayan bir beceri kazandırmak olarak bakılırsa, böylesi bir bakış açısı, âileleri iletişimde çok başarılı hâle getirse de, eşlerin birbirlerini “hissetmede” yetersiz bırakacaktır. Çünkü çoğu defa eşlerin birbirlerinden beklediği şey, anlaşılıyor olmak değil, hissediliyor olmaktır. Sözlerle ortaya koyduğu gerçek değil, duygu dünyasının yansımasının algılanmasıdır.
Örneğin, eşi ile tartışan bir bayan, öfke hâlinde eşine:
“-Seni artık gözüm görmek istemiyor, çık dışarı!..” diye seslenecek olsa, kendisine böyle seslenilen koca da:
“-Tamam gidiyorum, madem öyle, bir daha gelmeyeceğim!..” dese, muhtemelen, bu kadın, eşinin kendisine böyle karşılık vermesine daha da sinirlenecek ve:
“-Artık karar verdim, sen beni anlamıyorsun!..” diyecektir.
Zira, eşine bu şekilde hitap eden bir hanımın, “Seni görmek istemiyorum!..” demek sûretiyle kastettiği şey, genellikle, eşinin gerçekten evden çıkması değil, eşinin kendisine ilgi göstermesi, kendisiyle yakınlık kurmasıdır.
Belki kadın, o sırada eşi ile problem sürecini iyi idâre edememiş olabilir. Veya kadın, “problem çözme yeteneğinin” eksikliğinden dolayı kavgayı daha da büyüterek bir çözüme ulaşmaya çalışıyor olabilir. Böylesi bir bilinçaltı tahriki ile eşine, “Seni bir daha görmek istemiyorum!..” diye seslenen eşe, “Tamam, gidiyorum!” demek, eşin o anki duygu dünyasını hiç anlamamak demektir.
İşte böylesi anlarda, daha da belirgin bir şekilde ortaya çıkacağı üzere, eşler birbirleri ile hissî/duyusal değil, sadece zihinsel iletişim içinde bulunurlar ise, muhtemelen kendilerinin anlaşılmadığından şikâyetçi olacaklardır.
Aslında, günümüzde âile içi iletişimin temel esasları olarak eşlere sunulan “tavsiye” ve “telkinler”de; eşin o sırada “ne söylediğini anlamak” değil de, “ne söylemek istediğini anlamak” üzerine dikkat çekilmektedir. Böyle bir yaklaşım ise, her ne kadar kulağa ilk anda şık gelse de, doyurucu bir iletişim yöntemi değildir. Çünkü bu tavsiye, fertleri, zihin vasıtasıyla duyguları anlama gayretine yönlendirecektir. Hâlbuki, bir eşin, diğer bir eşi zihnen algılıyor olması, onun duygularını “hissetmesi” demek değildir. Bu sebeple eşler, bu algılamanın karşılığını çok defa kendi duygu dünyasında yetersiz bulacaklardır.
Meselâ, bir kadın, bir süre önce vefat eden babasının ölüm yıl dönümünde, babasından hâtıra kalan bir eşyayı eline alsa ve gözünde çocukluk hâtıraları canlanırken kirpikleri ıslansa… O sırada karşısında oturan kocası ile de bir an göz göze gelseler... Bu göz göze gelme esnasında erkek, hanımına:
“-Seni anlıyorum.” diye seslense…
Muhtemelen bu kadın, eşinden duyduğu bu sözün ne kadarının eşinin duygu dünyasından çıktığını, “şuursuzca” algılamaya çalışacaktır.
Eğer kocanın “Seni anlıyorum.” Sözü, kalpte hissedilerek dile dökülmüş ise, kadın da eşinin duygu dünyasından çıkan bu iki kelimeyi öylece algılamışsa, bu kadın için söylenen bu iki kelime çok kıymetlidir. Veya bunun tam zıddı bir durumda, “Seni anlıyorum!” derken erkeğin duygu dünyası işin içine girmemiş ve kadın da bunu hissetmişse, bu söz, teselli etmekten çok incitici bir hâle dönüşebilir. İşte böylesi durumdaki bir kadın, eşinin duygu dünyasından uzak olarak saatlerce konuşmasındansa, duygu dünyası ile ifade ettiği iki kelimecik “Seni anlıyorum!” cümlesinin sıcaklığını ruhunda hissedecektir.
İşte bu yüzden belki, âile terapistlerinin eşler arasındaki iletişim problemlerini ele alırken onları, “sözel iletişim becerisi”ni değil, “duyusal iletişim becerisi”ni geliştirme gayreti sergilemelidirler. Aksi hâlde, sadece, insan jest ve mimiklerini anlama, etkili vücut dili kullanma veya vücut dilini okuma gibi birtakım usullerle eşler arasında iletişim becerisini artırmaya çalışmak, eşlerin birbirlerine duyduğu ihtiyacı anlamamak olur.
Zaten, eğer bir âile içinde hissî/duyusal iletişim sağlıklı bir şekilde yürüyor ise, böylesi bir âilenin fertlerinin duygu dünyasından kaynaklanan vücut dilini zihnen öğrenmeye gayret sarf etmesi gereksizdir. Zira eş, eşinin kendisi ile kurduğu hissî/duyusal iletişimin en tabiî sonucu olarak ortaya çıkan vücudundaki kıvrımlardan, gözündeki bir damla yaştan, yüzündeki mahcubiyetten zaten birçok şey anlayacaktır.
Bu konuda ne bir kurs almaya ihtiyaç vardır, ne de vücut dili okuma eğitimi görmeye... Hatta bunun da ötesinde, eşler, vücut dilini etkin bir şekilde kullanmaya yönelik birtakım beceriler elde ederlerse, elde edecekleri bu beceriler, eğer kendi duygu dünyası ile uyuşmuyorsa, iletişim kurduğu eşini yanıltır. Böylesi bir hâl, evliliğin ilerleyen safhalarında ortaya çıkarsa, eşler arasında güvensizliğe ve iletişimin büyük bir darbe almasına sebep olur.
Bunun da ötesinde, kişinin vücut dilini kullanmada profesyonellik kazanma süreci oldukça karmaşık bir süreçtir. Hem çok uzun ve yorucudur, hem de böylesi kurulan iletişimlerde muhatap olunan kişi tedirginleşir. Zira muhatap, böylesi bir iletişimde duydukları ile görünenler arasındaki uyumsuzluğu hemen fark edecektir. Çünkü iletişimde en aktif organ (bilinenin aksine) kulak değil, gözdür. İki kişi arasında sürdürülen bir iletişimde göz saniyede 10 milyon “bit”[5] bilgi alırken, kulaklar saniyede 100.000 bit veri almaktadır.[6]
Bu durumda, bir kişi kendi duygu dünyasındaki gerçekleri yansıtmadığı takdirde, muhatabının gözünden saniyede 10 milyon bilgiyi kaçırabilecek derecede bir yeteneğe sahip olması gerekir. İşte bu yüzdendir ki, kişiler arasında kurulan iletişimde, sun’îlik, yapmacılık ve sahtecilik, muhatabı tarafından çoğu defa oldukça kolay hissedilir.
Bununla birlikte, eğer bir kişi, kendi duygu dünyasındaki hissedişlerin vücudunda oluşturacağı yansımaları gizlemek, değiştirmek veya muhatabına aslında hissetmediği duyguları yansıtmak gayreti içine girerse, sadece baş bölgesinin dahî şekillenmesinde oldukça zorluk çekecektir. Zira bu konuda yapılan araştırmalara göre, insanda yirmi bin farklı yüz ifadesinin[7], bin farklı sözsüz dil unsurunun[8], yedi yüz bin farklı fizikî jestin[9] olduğu bilinmektedir.
Mademki, kişinin duygu dünyası, jest ve mimiklerine kadar yansımaktadır ve bu yansımalar, on binlerce karışık kombinasyondan oluşmaktadır; o hâlde, âile içindeki iletişim becerisi, âile fertlerini vücut dili okumaya ya da duyguda farklı, davranışta farklı olmaya iten profesyonel bir iletişimci olmaya değil, “fıtrî” olmaya ve duygu dünyasını yalanlara bulaştırmadan âile içinde iletişim kurmaya gayret sarf etmelidir.
Zira bir âileyi bir arada tutan çekirdek güç, güven duygusudur. Eğer eşler, birbirleri ile kurdukları iletişimde güvensizlik sezerse, âile içinde kartopu-çığ münâsebeti başlamış olur. Bu sebeple âile içi iletişimin de en temel esası, güven duygusunun oluşturulmasına yönelik olmalıdır.
[1] Linda and Richard Eyre, 3 strong Family, Philip Stills, 1995.
[2] Berna Bridge, “Siz olsaydınız ne yapardınız?”, Beyaz Yayınları, 2003.
[3] Sözel iletişim; söz söyleme ve kulak ile duyma yolu ile yapılan iletişim şeklidir.
[4] Sözel olmayan iletişim; sözel iletişimin dışında kalan her türlü iletişim şeklidir. Genellikle kastedilen şey ise, jest ve mimiklerdir.
[5] BİT, bilişimde kullanılan en küçük bilgi birimidir.
[6] http://www.wikipedia.com.tr (İletişim)
[7] Birdwhistell,1970
[8] Hewes,1957
[9] Pei,1965
YORUMLAR