Cenâb-ı Hak, insanı “kulluk” için yaratmıştır. İnsanın hayat boyunca bütün başından geçenler, mutluluklar, sıkıntılar, çevresindeki insanlarla münâsebetleri hep “kulluk” süzgeçinden geçerek şekillenmelidir. En azından İslâm’ın, müntesiplerinden beklediği budur.
Hayata bu şekilde bakınca, insanın içinde doğup büyüdüğü, bir müddet sonra da kendisinin tesis edip yönettiği “âile müessesesi”nin de kulluk çerçevesinde şekillenmesi gerektiği ortadadır.
İnsan, dînî eğitimini öncelikle anne ve babasından, yani âilesinden alır. Bu eğitim ve tesir sebebiyle kişilerin büyük ölçüde anne ve babasının dini üzerinde hayat sürdüğü, hadîs-i şerîflerin işaret ettiği bir husustur.
Yuva Kurulurken
Büyüyüp âile yuvasını bizzat kuracak olan erkek ve kadınlar için de “kulluk esasları” son derece mühim bir yer işgal eder. İki taraf da birbirinin kulluktaki gayret ve samimiyetine göre tercihlerde bulunmalıdırlar. Çünkü ancak bu bakış açısıyla kurulan âileler, dînî hassâsiyetlere gereği gibi itina gösterirler. Eğer yuvayı kurarken dînî yaşayış değil de, mal, servet, îtibar, gösteriş, güzellik ve benzeri, insanların hayatında her an değişebilecek hususlar en büyük tercih sebebi olmuşsa, âile yuvası, daha kurulurken kaygan bir zemin üzerine inşâ edilmiş demektir.
Başlangıçta tercih sebepleri dînî esaslar olması gerektiği gibi, yuva kurulurken, nişan, nikâh esnasında da dînî hassasiyetler gözetilmelidir. Lüksten, şatafat ve gösterişten uzak, samimâne ve mütevâzi bir şekilde tamamlanan kuruluş aşaması, evliliğe daha uzun bir ömür ve bereket kazandıracaktır. Böylece âile fidanı, henüz toprağa ekilirken, eğri bir şekilde dikilmemiş olur.
Yuva Kurulduktan Sonra
İki tarafın hak ve sorumlulukları, İslâm dini tarafından bütün tafsîlâtıyla belirlenmiştir. Kadının ev içinde ve ev dışında, eşiyle, akrabalarıyla ve çocuklarıyla münâsebetleri mechul olmadığı gibi, erkek de kendi hâlinde ve sorumluluklardan âzâde bırakılmamıştır. Her iki cins de kendi yetki ve sorumluluklarını bildiği ve bunlara riâyet ettiği ölçüde âile sağlıklı ve huzurlu bir şekilde devam edecektir.
Erkek, saadeti, öncelikle yuvasında arayıp yine orada tesis etmekle sorumludur. Evin maddî bütün yükü, erkeğin omuzlarındadır. Helâlinden ve kifâyet miktarınca, âilenin geçimini temin etmek sorumluluğu, erkeğin en aslî vazifesidir. Bunun dışında, eşine karşı, muhabbet, hürmet, sadâkat ve fedâkârlık duygularıyla muâmele etmeli, zevcesinin ve çocuklarının kendisine “Allâh’ın bir emâneti” olduğunun şuurunda olmalıdır. Bu hususta Peygamber Efendimizin örnek âile hayatını, mübârek eşlerine ve evlât ve torunlarına karşı muâmelesini kendisine ölçü almalıdır.
Kadın da, evlendikten sonra eşinin ve çocuklarının haklarına karşı olabildiğince titiz ve fedakâr olmalıdır. Bir anne, bir zevce ve âilenin en muhterem varlığı olarak kendisini kabul ettirmeli ve bunun neticesinde tabiî “sevgi ve saygı”ya lâyık olmalıdır.
İçinde yaşadığımız toplumun veya bölgenin, âile ve eşlere yüklediği birtakım ilâve hak ve vazifeler vardır. Bu hak ve vazifelerinin bir kısmı, câhiliye toplumlarından kalma beklenti ve alışkanlıklardır. Erkeğe ve kadına ayrı roller biçer ve bazen tek taraflı, ağır ve dengesiz sorumluluklar yükleyebilirler.
Bu durumda müslüman erkek ve kadına düşen sorumluluk, her ne kadar câhilî âdet ve geleneklerin ağır baskısı ve toplumdan dışlanma tehdidi içinde olsalar dahî dînin tavsiye ettiği esaslara riâyeti, her şeyin önünde tutmalarıdır. Bu, aynı zamanda, kulluklarının da bir gereğidir. Çünkü bir mü’min için öncelikli olan husus, Allâh’a karşı duyduğu sevgi ve onun emir ve yasaklarına gösterdiği hassasiyettir. Eğer insanların kabul veya red etmesi, bizim için Allâh’ın rızâ ve gazabından daha değerli hâle gelmeye başlamışsa, kulluk şuurumuzu tekrar gözden geçirmemiz gerekiyor demektir. Rabiatü’l-Adeviyye’nin dediği gibi:
“-Eğer Allah benden râzı ise, bütün insanlar buğzetse, ne gam!... Yok, eğer Allâh’ın gazabını çekecek bir hâl içindeysem, bütün insanlar benden râzı olsa, ne büyük bedbahtlık!..”
O hâlde evlilik, insanın kulluğunu perçinleyecek bir mektep olmalıdır. Âile içindeki her hak sahibine hakkını vermeye çalışarak dînî esaslara riâyet eden bir anne ve baba, yuvasını bu dünyada da, öbür dünyada da cennete çevirmiş demektir.
En başta da ifade ettiğimiz gibi, hayatın insanları yüzyüze getirdiği her durum, aslında başlı başına bir imtihandır. Dolayısıyla insanların bazıları evlenerek, bazıları da evlenmek istediği hâlde bir türlü evlenemeyerek imtihandan geçebilirler. O hâlde bize düşen, Allâh’ın bize takdir ettiği hayat şartları içinde, O’nun rızâsına uygun bir şekilde yaşayıp sonunda “kulluk imtihanı”mızı en güzel şekilde verebilmektir.
Cenâb-ı Hak, bu zorlu hayat mücâdelesinde, rızasına nâil olabilmemiz için en büyük destek ve yardımcımız olsun. Âmin.
YORUMLAR