Rahmân ve Rahîm olan Rabbimiz, sonsuz merhametiyle bütün varlıklar âlemini kuşatmıştır. Rahmeti, gazabını geçmiştir. Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, Allah Teâlâ’nın rahmetinin genişliğini anlatmak için şöyle bir misal verir:
“Allâh’ın yüz rahmeti vardır; bunlardan bir rahmeti, yeryüzü halkı arasında paylaşmış ki, onların ecelleri gelene kadar (hayatları boyunca) onlara kâfi gelir. Rahmetin doksan dokuz kısmını ise kıyamet günü evliyaları, dostları için saklamıştır.” (bk. Buharî, Rikak,19; Müslim, Tevbe, 18-21)
Aynı konudaki diğer hadîs-i şerîf de şöyledir:
“Allah rahmeti yüz parça yaratmış, doksan dokuzunu kendi nezdinde tutmuş, yeryüzüne bir parçasını indirmiştir. İşte mahlûkât, bu bir parçadan dolayı birbirlerine merhamet ederler. Hatta at (bazı rivayetlerde “hayvan” geçmektedir), yavrusuna basmamak için tırnağını (ayağını) kaldırır.” (Buhârî, Edeb 19)
Kâinâtta tecellî eden bütün merhamet ve şefkat görüntüleri, Allah Teâlâ’nın rahmetinin sadece yüzde birine denk geliyorsa, O’nun rahmetinin genişliği daha ne kadar olabilir? İnsanın aklı, havsalası yetmemektedir.
Ancak Rabbimizin tek sıfat-ı ilâhiyesi rahmet değildir. Onun âdil, mudill, hakîm, alîm, azîz, mübdî’, züntikâm gibi daha pek çok isim ve sıfatı vardır. İşte imtihan âlemi olan şu kâinât, bütün bu esmâ-i ilâhiyyenin birbiriyle karışımı ile ortaya çıkmıştır. Ve daha önemlisi, her bir ilâhî sıfat, her an bu kâinâtta tecelli hâlindedir.
Biz, biliriz ve inanırız ki, hayır da, şer de Allah’tandır. Çünkü emir ve yaratma, sadece O’nun kudret elindedir. O, “Ol!” demeden, iyilikler de var olmaz, kötülükler de zuhur edemez. O’nun izni olmadan hiçbir insan, cin, melek; kısacası bütün var olanlar tek bir harekette bulunamaz.
Şeytan, başına buyruk hareket eden, her istediğini, istediği şekilde meydana getirebilen bir “otorite” veya “ilâh” değildir. Aksine o, Allâh’ın izni ve müsaadesi dahilinde, belli sınırlar içinde hareket edebilen bir imtihan aracıdır. İnsanların iç dünyasındaki iyilik ve kötülük duygularının hayatları boyunca ortaya çıkmasına yardımcı olur. İçinde iyilik bulunan kimseler, şeytanın oyun ve hilelerine kendilerini kaptırmaz ve bütün yoklamalarına karşı, Allâh’ın ve rasûllerinin yolunu takip ederler. İçinde habis duygu ve düşünceler bulunan kimseler de şeytanların vesveselerini fırsat bilerek onların peşine düşer.
Cenâb-ı Hak, iyi ve güzeli yaratmış; onların kıymeti anlaşılabilsin diye kötü, çirkin ve murdarı da var etmiştir. İnsana düşen, hayatı boyunca akıl ve iradesiyle en iyi, en güzel ve en doğruyu seçmek için çalışmaktır.
Ancak insanın zaaflarını en iyi bilen Rabbimiz, insanı sadece akıl, irade ve vicdan ile donatmamıştır. Ona rehberlik etmek üzere peygamber ve kitaplar da göndermiştir. O hâlde insan, bir imtihan âlemi olan bu dünyada, ilâhî emir ve yasaklarla ortaya konulan prensipler çerçevesinde bir hayat sürecek ve âhiret âleminde karşısına çıkması için sâlih amellerde bulunacaktır. Zira bu dünyada heybesine ne koymuşsa, âhirette sadece onu bulacaktır. O yüzden hiç buradan gitmeyecekmiş gibi dünya ve onun lezzetlerine sarılmak, âhireti ve hesap gününü unutmak en büyük gaflettir.
İslâm, insanların farklılıklarına göre sorumluluğun da değiştiği prensibini getirmiştir. Bir fakirin infak edeceği şey ile bir zenginin infak sorumluluğu farklıdır. Bir câhil gencin sorumluluğu ile bir âlim kimsenin sorumlulukları farklıdır. Allah, kullarına verdiği nimetler nisbetinde sorumluluk yüklemiştir ki, bu da O’nun adâletinin gereğidir.
Ancak insanlar, hukuk önünde eşittir. Bir zengin suç işlemişse, hâkim önünde aynı suçu işleyen bir fakirden farkı yoktur. Aynı durum, toplumun bütün statüleri için de geçerlidir. Asil bir âileden gelen yahut devlet idare eden kimseler de sıradan vatandaşlar gibi ilâhî hukuk önünde eşit muâmele görürler. Bu dünyada insan faktörü sebebiyle, zaman zaman bu prensip çiğnense de kıyamet gününde tecelli edecek ilâhî adalet; herkesi eşitleyecek ve her türlü iltiması engelleyecek şekildedir. O gün mutlak bir şekilde herkes yaptığının karşılığını görecektir.
Bütün bu esasların kaynağı olan, Allah katından indirilmiş vahyin son halkası ve en mükemmeli olan Kur’ân-ı Kerîm, insanlığın tek kurtuluş reçetesidir. O, insanlar arasındaki ihtilafları sona erdirmek, dargınları barıştırmak, sulh ve selâmeti hâkim kılmak, adaleti tesis etmek ve kısaca insanlığı iki dünya saadetine ulaştırmak için gönderilmiştir.
Eğer insan, hayatındaki bütün dertlerin çözümünü onda ararsa huzura kavuşur. Eğer sorularının cevabını onda ararsa zihni ve gönlü rahata kavuşur. Eğer Allâh’a giden yolu ona sorarsa, karanlıklar içinden çıkıp ilâhî nurla aydınlanır. Aksi hâlde başına ne geleceğini ise, âyet-i kerîmeler şöyle haber vermektedir:
“(Allah) dedi ki: «Birbirinize düşman olarak hepiniz oradan (cennetten) inin! Artık Benden size hidayet geldiğinde, kim Benim hidayetime uyarsa, o sapmaz ve bedbaht olmaz. Kim de Beni anmaktan yüz çevirirse, şüphesiz onun sıkıntılı bir hayatı olacak ve Biz onu, kıyamet günü kör olarak haşredeceğiz.»
O: «Rabbim! Beni niçin kör olarak haşrettin? Oysa ben, hakikaten görür idim!» der.
(Allah) buyurur ki: «İşte böyle. Çünkü sana âyetlerimiz geldi, ama sen onları unuttun. Bugün de aynı şekilde sen unutuluyorsun!»” (Tâhâ, 123-126)
Âyet-i kerîmelerde açıkça ifade edildiği üzere, insanın yeryüzündeki imtihanı ,Hazret-i Âdem efendimizin dünyaya inişiyle başlamış ve kıyamete kadar devam edecektir. Bu imtihanda gerek şeytan ve gerekse kendi cinsi olan insanlardan düşmanları olacak ve onlar, kendisini Allâh’ın yolundan saptırmaya çalışacaklardır.
Onlarla mücadelede hidayet üzere kalmak, sırât-ı müstakimden ayrılmamak için Allâh’ın gönderdiği vahye sımsıkı sarılmak gerekir. Ona yapışan kurtulacak, ondan uzak duran ise mahrum kalacaktır. Bu mahrumiyet, dünyada sıkıntılı bir hayat, âhirette ise bin bir dert, belâ, azap ve pişmanlık şeklinde ortaya çıkacaktır. Rabbimiz muhafaza buyursun.
Rabbimizin “âhirette kör olarak haşredeceğini haber verdiği” insan tipi, kendisine verilen ömür fırsatının değerini bilemeyip fâni dünya hayatının cazibesinde kaybolan ve bu dünyada ölümsüz olacağını zanneden insan tipidir. O, bu dünyanın hakikatini görememiş, dünyada zâhir gözü açık olduğu hâlde kalp gözü kapalı kalmıştır.
Onun bu basiretsizliği, âhirette sonsuz bir şekilde körlük olarak karşısına çıkacak; pişman ve perişan bir hayat sürecektir. Ne ölecek ki rahata kavuşsun, ne huzurlu bir şekilde yaşayacak ki, mutlu olsun. Böyle fecî bir âkıbete düşmeden önce dünyada hem baş gözümüzü, hem de kalp gözümüzü açalım. Kâinâta ve hâdiselere îman penceresinden, tefekkür dürbünü ile bakalım.
Bugün sağlığımız yerinde, gözlerimizin ziyâsı varken gözlerimizdeki o nûru, ilâhî kelâmla neden buluşturmayalım?
Neden bedenimizdeki gücü-kuvveti, Allah için yapılan hizmetlerde harcamayalım?
Bize ikram edilen her şeyde, Rabbimizin bize emanet ettiği bütün varlıkların hakkının bulunduğunu neden düşünmeyelim?
Neden şu kısacık dünyada, tefekkür dünyamızın başköşesinde Allah rızâsı, İslâm’a hizmet ve âhiret endişesi olmasın?
YORUMLAR