Ahireti Kazanma Sanatı

“Bedeni beslemek, onun ihtiyaçlarını gidermek için bir sanat öğrendin; bir işin var, bir mesleğin var. Rûhunu beslemek için de din sanatını öğrenmeye çalış! Sanat ve meslek yüzünden dünyada giyinmiş, kuşanmış ve zengin olmuşsun; öte tarafa; âhirete gidince ne yapacaksın? Daha bu dünyada iken bir sanat öğren ki, âhirette işine yarasın; sana ilahî mağfiret kazandırsın.

Öbür dünya da, yani âhiret âlemi de pazarlarla, kazançlarla dopdolu bir şehir gibidir. Sen, kazancın yalnız bu dünyada olduğunu sanma! Cenâb-ı Hak “Bu dünyanın kazancı, öbür dünyanın kazancının yanında çocuk oyunu gibi kalır?” (Bkz: el-Hadîd, 20) diye buyurdu.

Meselâ; bir çocuk başka bir çocuğa doğru koşar; onunla konuşuyormuş, şakalaşıyormuş gibi bir şeyler yapar. Çocuklar oyun oynarlarken dükkân yaparlar, yalancıktan alış veriş ederler, fakat kâr elde edemezler, ancak vakit geçirirler. Gece olunca yalandan dükkân açan çocuk, eve aç olarak döner. Öbür çocuklar giderler, o tek başına kalakalır. Bu dünyada o çocukların oyun yeri gibidir. Gece de ölümü göstermektedir. Ey bu yalan dünyada “Ticaret yapıyorum, helâl-haram gözetmeksizin kazanıyorum.” diyen gâfil! Sen de o çocuk gibi hayırlı işler, faydalı eserler ortaya koymadan; elin boş, kesen boş, kendin ise yorgun bitkin bir hâlde mezara girersin.

Ey akılsız kişi! Din kazancı Allah aşkıdır; gönül cezbesidir. Onun için de kâbiliyet ve istidad demek olan Hak nûru lâzımdır. Fakat bu alçak nefs seni geçici, fânî kazanç elde etmeye çalıştırır. Ey zavallı! Ne zamana kadar geçici kazanç arkasında koşacaksın? Onu artık bırak! Eğer o alçak nefs senden yüce bir kazanç dilerse, sakın aldanma! Çünkü o isteğin arkasında o düşman nefsin bir hilesi vardır.” (Mevlânâ Celâleddin-i Rûmî)

Bu dünya bir oyun yeri, ölümse gece... İşte geldik gidiyoruz. Ömrümüze gece çöktüğünde oyun yerindeki kazancımız elbette sorgulanacak. Maddî oyunun bize kazancı ne olabilir ki… Maddî kazanç için bütün ömrümüzü hebâ etmemeliyiz. Mânevî kazanç; hem bu dünyada, hem de âhirette bizi kurtaracak olan tek kazançtır.

Mevlânâ Hazretleri’nin Mesnevî’sinde bahsettiği bu kazançlar, aslında hepimizin hemen hemen her gün işlemiş olduğumuz davranışlarımızdır. Bu davranışlarımızın farkına varıp iyi bir niyet ve güzel ahlâkımızla birleştirdiğimizde dünya hayatındaki maddî ve mânevî kazançların pek çoğunu elde edebiliriz.

Sevap kazanmak da çok kolaydır, günah kazanmak da… Bir hanım düşünün; kendisini eşine ve çocuğuna adamış. Onların mutluluğunu, kendi mutluluğu yapmış. Neticede Peygamber Efendimizin, “Kocasını memnun ederek ölen kadın cennetliktir.” (Tirmizî, Radâ’ 10; İbni Mâce, Nikâh 4) müjdesine nâil olmuş…

Bir erkek düşünün; evine helâlinden rızık götürme endişesiyle gecesini gündüzüne katmış; bununla birlikte âilesinin âhiretini de ihyâ ve îmar etmeye çalışmış. Çocuklarını “bugünün yarını” ya da “yarının büyüğü” olarak görmüş, sevmiş, himâye etmiş ve vatanına, milletine, dinine faydalı insanlar olarak yetiştirmiş…

Bir anne-baba düşünün; evlâtlarını Allâh’ın kendilerine ihsân ettiği ilâhî emânetler olarak görmüş; bedenini giydirirken kalbini de süslemiş; ahlâkını güzelleştirmiş. İslâm fıtratı üzere teslîm edilmiş çocuklarının saf ve berrak kalplerini muhafaza etmiş, onları tertemiz bir toprak misâli işlenmeye hazır ham bir cevher olarak kabul edip hakkını vermiş.

Kendisi ilme koşmuş, evlâtlarına da ilmi sevdirmiş. Peygamber Efendimiz’in buyurduğu “cennet yolunu” hedeflemiş!..

“Bir kimse, ilim elde etmek arzusuyla bir yola girerse, Allah o kişiye cennetin yolunu kolaylaştırır. Muhakkak melekler yaptığından hoşnut oldukları için ilim öğrenmek isteyen kimsenin üzerine kanatlarını gererler…” (Buhârî, İlim, 10; Ebû Dâvûd, İlim, 1; Tirmizî, İlim, 19; İbni Mâce, Mukaddime, 17)

Bütün bunları yaparken kendisini yetiştiren anne-babasını da unutmamış. Onları yaşlılık hâllerinde, şefkat kanatları ile bağrına basmış. Cenâb-ı Hakk’ın şu fermanını hep göz önünde bulundurmuş:

“Biz insana, ana ve babasına iyi davranmayı emrettik. Özellikle de anası nice sıkıntılara katlanarak onu karnında taşımış; emzirmesi de iki yıl sürmüştür. İşte bu sebeple, Bana, ana ve babana şükret, diye tavsiye ettik…” (Lokman, 14)

Şefkat ve merhamet kanadını, uzak-yakın bütün akrabalarına kadar uzatmış bir mü’min düşünün. Akrabaların güzel günlerinde ilk tebrik ettikleri kimse, sıkıntılarında ilk müracaat ettikleri… Akrabayı, akrabamız olduğu için görüp gözetme, hâlini hatırını sorma, dertleriyle dertlenme, sevinçleriyle mutlu olma, ziyaret etme… Biz aslında, bir ağacın dallarıyla gür olması gibi, akrabalarımızla güçlüyüz, dayanıklıyız.

Ebû Eyyûb -radıyallâhu anh-’ın anlattığına göre, birisi Peygamber Efendimize gelerek:

“-Beni cennete götürecek bir amel söyler misin?!” diye sormuş. Rasûl-i Ekrem de:

“-Allah’a ibadet eder, O’na hiçbir şeyi ortak koşmazsın. Namazı kılar, zekâtı verir ve akrabanı görüp gözetirsin!” buyurmuştur. (Buhârî, Zekât 1, Edeb 10; Müslim, Îmân 12, 14. Ayrıca bk. Nesâî, Salât 10)

Akrabalık bu kadar önemli… Maalesef biz bugün bir-iki nesil ötedeki akrabamızı hatırlamıyoruz bile… Ne onlara gitmeyi, ne de onların bize gelmesini istiyoruz. Allâh’ın “sıkı tutun” dediği, akrabalık bağını da gevşettik, hattâ kopardık. Allah korusun, bizim de durumumuz,  sadece anne ve babasını, o da ancak yaş günlerinde hatırlayan Batılı ülkelere benzerse hâlimiz nice olur?!

Kardeşler, akrabalar ve müslümanlar arasındaki dostluğu körelten bir husus da “küskünlükler”!.. Artık çok basit sebeplerle birbirimize kırılıyor, küsüyor ve bir daha konuşmamak için ahdediyoruz. Peki, Peygamber Efendimizin şu hadîs-i şerîfini hatırlayanlar nerede?

“Pazartesi ve Perşembe günleri cennet kapıları açılır. Din kardeşi ile aralarında düşmanlık bulunan kişi dışında, Allâh’a şirk koşmayan her kulun günahları bağışlanır. (Meleklere) «Siz şu iki kişiyi, birbiriyle barışıncaya kadar te’hir edin (geciktirin), evet siz bunları birbiriyle barışıncaya kadar te’hir edin!» buyurulur.” (Müslim, Birr 34-36; Ebû Dâvûd, Edeb 47)

Hastalar, Allâh’ın nazlı kullarıdır. Rabbimiz, onların duâlarına icâbet eder. Bu yüzden onların gönüllerine gidecek yollar aramalı, ziyaretlerine gitmeli, gönüllerini hoş etmeli, duâlarını almaya çalışmalıdır. Bir hastayı ziyaret etmek, onun hâyır dualarını almak, bizi cennete yaklaştıran en güzel amellerden biridir. Peygamber Efendimiz bir hadîs-i şerîflerinde şöyle buyurmuşlardır:

“Müslümanın, müslüman üzerindeki hakkı beştir: Selâm almak, hasta ziyaret etmek, cenâzenin arkasından yürümek, davete icâbet etmek ve aksırana «yerhamükellah» demek.” (Buhârî, Cenâiz, 2; Müslim, Selâm, 4; İbni Mâce, Cenâiz, 1)

Sağlık ve hayat, hastalık ve ölüm bütün bunlar, biz insanlar için... Ne var ki insanoğlu, sağlık ve hayatı sever, ama hastalık ve ölümü arzu etmez. İslâm, insana sadece sağlığında, üretken olduğu yıllarda değer verip sonra onu bir toplum posası gibi kendi yalnızlığına ve çaresizliğine terk eden sistemlere hiç benzemez. İnsanı insan olarak ele alır, sağlığında, hastalığında ve ölümünde ona hep aynı gözle bakar ve öyle bakılmasını ister. Toplum güvencesi veya sosyal güvenlik diye dillerden düşürülmeyen kavramların gerçek boyutları İslâm’da insanla başlayıp insanla biter. O hâlde biz de İslâm’ın bize öğrettiği gibi, müslüman kardeşlerimize büyük bir hassasiyetle yaklaşmalı, onları koruyup gözetmeli, bu güzel amelin ecrini de sadece Rabbimizden beklemeliyiz.

Eğer yorulacaksak; cehennemin azâbından kaçıp, cennet yurdu için çalışırken yorulalım. Eğer üzüleceksek, “Bugün niye bu kadar az insanı memnun ettim?!” ya da “Niye bir kişinin de olsa gönlünü kırdım?!” diye üzülelim. Çünkü âhiret mükâfâtını kazanma sanatı bunu gerektiriyor? Her insan sanatkâr doğmaz. Sanatkâr olmak için uzun süreli bir emek gerekir. Fakat bu sabrı göze alanlar nâdirdir.

Âhiret hayatına inanan ve orada sonsuza dek mutlu olmayı arzu eden herkesin, kendisini mutluluk ülkesi cennete götürecek amelleri, birer “âhireti kazanma sanatı” olarak icrâ etmesi temennisiyle…

PAYLAŞ:                

YORUMLAR

İlk yorumu yapan siz olun!

Yorum Ekle