Her nefis ölümle bir gün yüzleşecektir. Bâkî olan sadece Allah’tır. İnsan için varlığın başı da sonu da bellidir. Mahdut bir zaman için dünyaya gelen insan, varlık âleminde kendisine verilen mühleti doldurduktan sonra yine ilâhî takdir gereği rûhunun bedenden ayrılması ile Rabbine dönecektir.
Ölüm, insanın çözemediği bir muammâdır. Ölümün ötesi hakkında bilgimiz ise, gayb âlemi hakkında bizlere verilen bilgi kadardır. Ölüm, bütün tefekkür faaliyetlerinin en tesirlisi, en derinidir. Ölüm, dâimâ fâniliği hatırlatması dolayısıyla insanın zihin dünyasından çıkmayan, çıkmaması gereken bir mefhumdur.
İnsanın içinde, “hiç ölmeyecekmiş gibi yaşama hissi” vardır. Belki bu duygu, insanın hayatta kalma, dünyalık işlerini yapma konusunda kendisine yardımcı olan bir duygudur. Fakat bu duygu, aşırı beslenildiği takdirde bu dünyadan hiç gitmeyecekmiş gibi hırs ve tutku ile büyük bir bağlılığa dönüşür. Bu bağlılık, dünyanın sunduğu her şeye; mala, makama, şöhrete aşırı bir şekilde bağlanmak gibi olumsuz bir netice de meydana getirebilir. Bu mânâda İslâm’ın insana öğrettiği yol, dünyaya karşı gaflet içinde olmadan, sürekli bir “âhiret endişesi” taşımaktır.
Âhiret endişesi, mü’minin bir mânâda hayatının temel düşüncesini oluşturan bir endişe olmalıdır. Bu endişe etrafında, hassas bir hayat oluşur. Bu hassasiyet ise, mü’minin kulluk hayatına te’sir eder ve neticede Allah’tan korkan bir kalbin, helâl-haram sınırlarına dikkat eden bir amelin, merhametli bir gönlün oluşmasına vesile olur.
Âhiret endişesi, atılan her adımın, alınan her nefesin, sarf edilen her sözün belli bir disiplin içinde yapılmasına sebep olur.
“Kim dünyasını severse âhiretine zarar verir. Kim de âhiretini severse dünyasına zarar verir. Öyleyse bâkî olanı, fânî olana tercih edin.” (Ahmed bin Hanbel, Müsned, VII, 165) buyuran Peygamber Efendimiz’in birçok hadîs-i şerîfinde dünyanın geçiciliği, âhiretin ise “asıl yurt” olduğu vurgusu yapılmaktadır.
İnsan, özellikle dünya hırslarının, gençlik duygularının oluşturduğu tesir ile bir tûl-i emel duygusuna girebilmektedir. “Tûl-i emel” dünyaya ait bitmeyen istek ve arzular demektir.
Aslında insan, biraz tefekkürle geçmiştekilere bakabilse, dünyanın ne kadar basit ve fânî hazlarla dolu olduğunu anlayabilir. Nice güçlü-kuvvetli insanlar, nice krallar, hükümdarlar, nice varlık sahibi ve şöhretli insanlar yaşamış, ama sonunda ilâhî takdir onları da gelip bulmuştur.
Dünyada bize verilen her nimetin veya her sıkıntının geçici ve bir imtihan vesilesi olduğu unutulmamalıdır. İnsan olarak ihtiyaçlarımız, arzularımız veya fıtratın gerektirdiği birçok şey, her insanda aynıdır. O yüzden hangi vasfımız olursa olsun, hangi makam ve mevkide olursak olalım, her şeyden önce insanız ve âciziz. Bu şuurda, dünyanın geçici; ebedî âlemin ise “gerçek hayatımız” olduğunun farkında olabilirsek o zaman dünyaya bağlılığımız da dünyanın kıymeti kadar olur.
Enes -radıyallâhu anh-’ın anlattığına göre, Rasûlullah -aleyhissalâtü vesselâm- Efendimiz şöyle buyurmuştur:
“Kimin arzusu âhiret olursa, Allah onun kalbine zenginliğinden koyar ve işlerini derli toplu kılar, artık dünya ona hakîr gelmeye başlar. Kimin hedefi de dünya olursa, Allah iki gözünün arasına (dünyanın) fakirliğini koyar, işlerini de darmadağınık eder. Netice olarak, dünyadan da eline, kendisine takdir edilmiş olandan fazlası geçmez.” (Tirmizî, Kıyâmet, 31)
Yine ashâb-ı kirâmdan Sehl bin Sa’d es-Sâidî -radıyallâhu anh-’ın rivâyetine göre, birisi:
“-Ey Allâh’ın Rasûlü! Bana öyle bir amel göster ki, onu işlediğim zaman beni Allah da sevsin, insanlar da…” diye sorunca, Peygamberimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem- şöyle cevap vermiştir:
“-Dünyada zühd sahibi ol (dünyaya rağbet etme) ki, Allah seni sevsin. İnsanların ellerindekine zühd sahibi ol (mallarına göz dikme) ki, insanlar seni sevsinler.” (İbn-i Mâce, Zühd, 1; hadis no: 4102)
Ayrıca dünya hayatında “dünyalık ideallerimiz” olarak vasıflandırdığımız şeylere kalbimizde ayırdığımız muhabbete de dikkat etmeliyiz. Bazen araç olması gereken unsurlar, farkında olmadan gâye hâline gelebilir. Buna iyi niyetle yaptığımız hizmetlerimiz, ibadetlerimiz, nâfilelerimiz de dâhil olabilir.
Unutmamak lâzım ki, her insan, öncelikle Allah huzurunda kendi nefsinden sorumludur. Ve herkesin önüne “kendi kitabı” konulacak ve “Oku!” denilecektir!.. Kul hakkına taalluk eden hususlar ise, ayrı bir şekilde değerlendirilecektir. Kimse kimsenin yükünü çekmeyecek, Rabbinin huzurunda…
Âhiret endişesi içinde yaşamak, hizmet hassasiyeti içinde olmak veya kullukla alâkalı her amel, insanın kendi kurtuluşu için yapması gerekenlerdir. Din, “göstermek için” veya sadece dindar “görünmek için” yaşanılan bir hayat değil; kişinin âhiretini kurtarmak için en hassas olması gereken hayat nizâmıdır.
Aslında öyle veya böyle, her insan âhiret mevsimine doğru yol almaktadır. Bu, insan irâdesinin üstünde, ilâhî irâdenin tasarrufunda olan bir durumdur. Madem kendi elimizde olmadan ebedî bir hayata gidiyoruz; o hâlde önümüze çıkan bütün fırsatları değerlendirmeli ve hepsini âhiret sermayesine dönüştürmeliyiz. Gerçek hayatta mutlu olmanın da, aklın yolu da, îmânın yolu da budur.
YORUMLAR