İslâm Dîni, fert ve toplum arasında bir denge kurar. Fert için toplumu, toplum için ferdi fedâ etmez. Sadece kendini düşünen, menfaatperst, zevkleri ve hazları için başka insanları ve toplumun genelini tehdit eden veya tehlikeye atan düşünce ve davranış modelleri İslâm’ın kabul etmeyeceği modellerdir. Yine tek başına insanı sıkıştıran, onun duygu, düşünce ve hayallerini hiçe sayan, bütün varlığını ve imkânlarını topluma feda etmesini emreden bir sistem de İslâmî değildir. O, haklar ve vazifeler arasında muhteşem bir denge kurarak fertleri kendi içinde olgunlaştırdığı gibi, toplumla birleştirip kaynaştırır ve insanlık seviyesinin birlikte yükselmesini temin eder.
Dünya sisteminde bugün ferdin “ne isterse yapabileceği” şeklinde önünü açan sistemlerle “devlet ve kamunun ihtiyaçlarını her şeyin önünde ve üstünde gören” sistemler birbiriyle çatışmaktadır.
Kimi, “ferdin” haz ve isteklerini putlaştırmış, gerektiğinde “hak-hukuk tanımadan” veya “kitabına uydurarak” başka insanları sömürmesine izin vermiştir. Ferdin kendi kendini frenleyen vicdan, ahlâk vb. sınırları yoksa, insanların bir kısmı eline güç geçtikçe daha “acımasız” ve “güçlü” olmuştur. Bugün kapitalizmin beşiği ve merkezi durumunda olan Amerika’nın uyguladığı sistem, hem kendi içinde, hem de dünya çapında insanlık adına büyük bedeller ödenmesine sebep olmuştur.
Devleti putlaştıran, toplumun menfaatini her türlü insanî hak ve hürriyetin üstünde gören komünizm anlayışı da insanlara mutluluk ve huzur verememiştir. Komünizm, insanların hayallerini, hayatlarını bitirmiş; onların farklarını ve gelişimlerini sıfırlamıştır. “Birileri” herkes adına sınırlar çizmiş, hayaller ve idealler kurmuş, bu ölçülere uymayan “aykırı” tipleri de demir yumruğu ile hizaya getirmiş ve yok etmiştir.
İslâm; bu iki sistemin ürettiği yanlış insan tipleriyle de mücadele eder. Ancak bugün insanlığı topyekûn kuşatmış ve tehdit eden bu iki sistemin gerçek alternatifi olan İslâm’a söz hakkı verilmemekte, insanların, toplumların ona ulaşmasının, doğru bir şekilde öğrenip gerektiği gibi yaşamasının önü kesilmektedir. Zira İslâm’ın doğru anlaşılıp uygulanması, “insanın insana olan köleliği bitirecek” ve “herkesi sadece Allâh’a kul” hâline getirecek yegâne hürriyet modelidir.
Bugün âhirzamanı yaşıyoruz. Dünyanın her tarafında insanlar hızla kendi iç dünyasına hapsoluyor; dostluklar, arkadaşlıklar, hatta akrabalıklar “sanal” bağlarla devam ediyor.
Bugün İslâm adına yola çıkan kimi topluluklar, İslâm’ın kabul etmediği “hizmet modelleri” geliştirerek insanları topluyor, kullanıyor ve işi bitince, İslâm’ın adını da kirleterek onları çöpe atıyor.
Bugün fertler, âileler ve hizmet kurumları; küresel propagandaların, ahlâkî yozlaşmanın, ekonomik çekişmelerin, siyasî-askerî saldırıların ve en önemlisi art niyetli dînî akımların tesiri altında…
Çekirdek âilemiz bile, birbirinden kopmuş, uzaklaşmış hâlde… Herkesin elinde bir telefon, bir tablet ve bilgisayar; neredeyse aynı odada bulunanlar bile yüzyüze konuşmak yerine bunlar üzerinden gülüyor, konuşuyor, kızıyor. Herkes elindeki imkânlarla “online” durumda… Küresel aktörlerin servis ettiği her türlü müzik, dizi, film, kısa-uzun metrajlı uyarlamalar; hep bir “tık” ötemizde…
Telefona bakmadığımız, bir saat bile geçmiyor. Her an birilerinin bize bir şeyler demesini, yaptığımız bir şeyi “beğenmesini”, varlığımızdan bir şekilde haberdar olmasını bekliyoruz.
“Hız ve haz çağı”nın ahtapot gibi bizi ve neslimizi sardığı bir zamanda, ehven-i şer’e râzı olacak duruma geldik, maalesef… “Daha kötüsünü” görüp “biraz kötüye” râzı olmak zorunda kaldık. O yüzden elimizde kalan birkaç değerimizin de yok olup gitmesinden endişe ediyoruz. Âdeta bir uyuşturucu gibi hayatımızı işgal eden teknoloji bağımlılığı, belli sınırlar içinde kalmayıp bütün hayatımızın alanlarını işgal altına almakta... Hep:
“-Çocuklarımızı, gençlerimizi nasıl koruruz bu illetten?” derken bugün anne-babalar, yani yetişkinler olarak bizler de bu belânın müptelâsı hâline geldik.
Ne kadar acı değil mi? Önceleri bir insanın karşısında elimizde telefonla meşgul olmak “ayıp” sayılırken şimdi elinde telefonla başka dünyalarda dolaşarak muhatabımızı da “kulak ucuyla dinleme” zahmetinde (!) bulunuyoruz.
Eskiden herhangi bir toplu taşıma aracında yanımızda veya yakınımızda olan biri ile öyle ya da böyle bir diyalog kurmaya çalışırken şimdi herkesin elinde telefon ve herkes, yanında “sosyal varlık” olarak insanlar varken “sosyal olma adına” uzaklardaki insanlarla irtibat kurma derdinde… Ne tuhaf değil mi?
Ve yine çok yakın bir zamanda yolda, arabada ya da yürünen herhangi bir yerde neler var, neler yok farkında olurken şimdi elimizde telefon, kulaklarımızda kulaklık, yaşadığı semtin adını, mahallenin veya sokağın adını bilemeyen insanlara dönüştük. Ne garip değil mi?
Bu, tıp dilinde bir “bağımlılık”tır. Ve tedavi edilmesi gereken bir hastalıktır. Bu bağımlılığın belli dereceleri ve tedavi usulleri de vardır. Ancak önce kendimizin bu hastalığa dûçar olduğunun “farkında” olması ve olup biteni “kabul etmesi” gerekir.
Belirtileri neler mi bu hastalığın? Dikkat dağınıklığı, ferdiyetçiliği tercih etmek, herhangi bir şeye odaklanamama, çabuk sıkılma, tatminsizlik, kanaatsizlik, sinirlilik hâli, tahammülsüzlük, göz göze gelmekten sakınma veya korkma gibi rahatsızlıklar, bunlardan sadece bazılarıdır.
İnsanı âdeta kör bir kuyuya atar gibi çaresiz bırakan günümüz hayat anlayışı, âfetlerinden âzami derecede korunması gereken bir hayat hâlini aldı. Zannediyorum ki “inzivâ” hayatının yaşanması ve hattâ gerekli olduğu bir âhir zaman içindeyiz. Kendimizi, neslimizi, aklımızı, canımızı ve malımızı korumak için az, ama bizi istikamete götürecek dostlar edinerek, insânî ilişkilerimizi İslâmî ölçülere göre belirleyip hayattan ve insanlardan yüksek beklenti içinde olmadan, ancak Allâh’a güvenerek ve O’ndan isteyerek bu mânâda müstağnî bir hayat yaşamak herhalde isabetli bir tercih olacaktır.
İhlâsın bozulması, tuzun kokması gibi bir şeydir. Gösteriş hastalığının yaygınlaşması, riyânın, tecessüsün alıp yürümesi, mânevî hastalıklar olarak bir toplumun ve onun fertlerinin çürümesi için yeter sebeplerdir.
Özellikle her türlü olumsuz dış faktörlere açık sosyal ortamlar, insanın fıtratına aykırı dünyevî kaygı taşıyan insanî ilişkiler mânevî çürümeyi hızlandıran ortamlardır. Bu zamanda bir müslümanın basit, ama kolay hedefler belirleyip az ve öz bir şekilde ona devam etmesi en doğru ve güzel olan bir davranıştır. Başta mü’minin haddini bilmesi, nefis muhasebesini yapabilecek bir kıvama gelebilmesi, özellikle dünyalık hırslardan kendini koruyabilmesi başlıca gayelerinden olmalıdır.
Başkalarının hâlini kendimize gündem etmeden, önce kendi hâlimize ağlamayı bilmemiz lâzım. Başkalarını kurtarma derdinden önce, “kendimizi kurtaracak” sâlih ameller içinde olmamız gerekir.
Bunları yapabilmek için de özellikle bugün içinde yaşadığımız topluma karşı özel bir teyakkuz hâlinde bulunmamız gerekmektedir. Bu, toplumdan kopuk bir vaziyette yaşama şeklinde değil, toplumun olumsuz yanlarına karşı kendimizi koruma uyanıklığı ile olmalıdır.
Burada Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in ifade buyurduğu şu hayatî ölçüyü hatırlayalım: “Hepiniz çobansınız ve elinizin altındakilerden sorumlusunuz.” (Buharî, Ahkâm, 1; Müslim, İmâret, 20) veya Rabbimizin “…Nefsinizi ve ehlinizi Cehennem ateşinden koruyun!” (et-Tahrîm, 6) ilâhî fermanını unutmamamız lazım. Ölçü bu... Kur’ân ve Sünnet ölçüsü…
O zaman bu prensibe duyarlı kalabilmek için daha derinlemesine bir îman faaliyeti içinde olmamız gerekmektedir. Yüksek ideallerin altını dolduracak basit, ama yapılabilir amellerden başlamak sûretiyle kendimizi îmar edip neslimizi koruma hassasiyetiyle “dînî, kültürel ve ahlâkî bir inzivâ hayatı” içinde olmamız gerekmektedir. Elimizde Kur’ân ve Sünnet gibi bir süzgeç varken, her şeyi dağarcığımıza, hayatımıza ve âilemize boca etmek bize yakışmaz.
YORUMLAR