“Ey Ali, bakışı bakışa ekleme!
Birincisi sendendir, diğerleri şeytandan!”
(Tirmîzî, Edeb, 28; Ebû Dâvud, Nikâh, 44)
İhsan Bey, dindar, helâl ve harama dikkat eden genç bir adamdı. Hanımı Râbia ile görücü usulü ile evlenmişti. Annesi, Râbia hanımı anlatırken:
“-Her hâliyle tam bize lâyık bir kız! Namazı, abdesti, ahlâkı, her şeyi ile huzurlu bir mümine hanım…” demişti.
Gerçekten evlenince İhsan Bey, annesinin ne kadar haklı olduğunu, hattâ hanımının, annesinin anlattıklarından daha fazla güzelliklere sahip olduğunu bizzat görmüştü. Bu yüzden hanımını çok seviyor, onu mümkün mertebe kırmamaya gayret ediyordu. Henüz dört yıllık evliydiler. Dünyalar tatlısı bir oğulları olmuş, mutlulukları âdeta perçinlenmişti.
Bir gün İhsan Bey:
“-Hanım, iki haftadır annenlere gitmedik, istersen bugün seni annenlere bırakayım. Akşam da seni tekrar almaya gelirim. Ne dersin?” deyince hanımı Râbia:
“-Çok iyi olur. Dün annemle telefonda konuşmuştum, bugün misafiri gelecekti. Hem ona yardım eder, duâsını alırım, hem de akşam sen gelirsin, âilece yemek yeriz!..” dedi.
İhsan Bey:
“-Hadi, hazırlan da çıkalım o zaman… Ben daha oradan işe geçeceğim, gecikmeyeyim!” diye seslendi.
Rabia Hanım, alelacele hazırlığını yaptı. Yola çıktılar. Trafik lambası kırmızı yanınca, İhsan Bey, hanımına döndü ve:
“-Râbia, gelecek hafta evliliğimizin beşinci yılı, sana ne hediye alayım?” diye sordu.
“-Duâ et İhsan Bey… Duâdan daha büyük bir hediye olur mu? Allah senden râzı olsun; ne eksiğim var ki isteyeyim!..” dedi.
“-Âah Râbiacığım, sen benim için çok büyük bir nimetsin. Birçok arkadaşım, evinde bunaldıkları için kaçacak bahane arıyor. Ben ise, akşamları eve gelmek için âdeta saatleri, dakikaları iple çekiyorum. Sen benim huzurumsun!..” dedi.
Karşılıklı muhabbetleşme ve duâlaşmalarla Râbia Hanımı, annesinin evine bırakan İhsan Bey, arabasını geri vitese taktı. Yan aynalardan arkayı kontrol ederken bir hanımın arabaya doğru yürüdüğünü fark etti.
Boy pos endâmıyla câzip olan hanım, kendisine bakan İhsan Bey’i fark etti. Arabaya doğru yaklaşırken İhsan Bey’e bakıp hafiçe gülümsedi. İhsan Bey, gözlerini karşısındaki hanımın gözlerinden alamıyordu. Mâsum, ürkek, bir o kadar da derin olan bakışlar, İhsan Beyi derinden etkiledi. Kadın, kendisine hayran hayran bakıldığının farkında, zafer kazanan küheylan gibi ayakkabılarının topuklarını vura vura yanından yürüyüp gitti. İhsan Bey, kadının arkasından uzun uzun baktı. Akşama kadar yaşadığı bu hâdise, birkaç kez aklına geldi. Akşam, hanımını almak için tekrar kayınpederinin evine geldi. Etrafına bir bakındı. Sabah yaşadığı kaçamak aklına geldi gülümseyip:
“-Estağfirullah, ben de ne düşünüyorum?!” deyip kendini kınadı.
Akşam yemeği, sohbet derken saatler akıp gitti. İhsan Bey:
“-Babacığım, geç oldu. Mâlum yarın tekrar işe gideceğim.” diyerek müsâade istedi.
Evlerine vardıklarından bir hayli geç olmuştu; yatsı namazlarını kılıp hemen istirahate çekildiler.
Gece yarısı genç adam, gözünü kamaştıran loş ışıkla kendine geldi. Odadaki balkon kapısının perdesi sonuna kadar açılmış, sokak lambasının ışığı da onu uyandırmıştı. Arkasına döndü, komidinin üzerindeki saate baktı. Saat üçü onbeş geçiyordu. Bazı geceler olduğu gibi hanımı yine teheccüd namazına kalmıştı. Uyandığını fark ettirmeden hayran hayran hanımını seyre daldı. Sanki seccadenin üzerine atılmış bir elbise gibiydi. Secdeyle öyle bütünleşmişti ki, dışarıdan birisi görse orada birisinin namaz kıldığını hemen fark edemeyebilirdi. Secdede hem duâ ediyor, hem ağlıyordu. Acaba hanımım, Rabbinden bu kadar içtenlikle ne istiyor diye düşündü:
“-Elhamdülillah, hâlimiz vaktimiz yerinde, dünyalık bir sıkıntımız yok!.. O kadar tatlı, o kadar hisli ağlayarak duâ ediyordu ki, bir dünyalık için bu kadar hisle ağlanmazdı herhalde!..”
Genç adam, o an kendini çok şanslı hissetti. Kendisi kalkamasa da evinden geceleri Cenâb-ı Hakk’a duâların ve yakarışların yükselmesine sebep olan sâliha bir hanımı vardı. Hanımı, bu sırada secdeden başını kaldırdı. Gözyaşlarını sildi. Tesbihini alıp boynunu büktü. Rüzgârda sallanan nârin bir dal gibi zikre başladı.
Genç adam, bu sırada tekrar uyku âleminde yolculuğa çıkmıştı bile... Çok geçmeden Râbia Hanım:
“-İhsan Bey, İhsan Bey!” diye usulca sesleniyordu.
“-Ne oldu, Rabiam!”
-“Bak, imsakın çıkmasına onbeş dakika kaldı. Hadi, iki rekat namaz kıl, sonra sabah namazı vakti girer, hemen namazını kılar yatarsın!..” dedi Râbia hanım.
İhsan Bey kalkıp abdest alana, zaten sabah namazı vakti girmişti bile… Sabah namazını kılan İhsan Bey, tekrar yatağına, istirahate geçti. Rabia Hanım, kendisi de sabah namazını edâ ettikten sonra yavaşca yatağa uzandı. Hemen uykuya daldı. Rüyâ âlemindeydi.
İhsan Bey’le bir yerde bekliyordu. Orta yaşlı bir hanım, önlerinde bulunun çeşmeye doğru eğildi, abdest almaya başladı. Bir taraftan da İhsan Bey’e cilve yapıyor, onun dikkatini çekmeye çalışıyordu. Kadın paspal giyimli ve cazibeden uzak olmasına rağmen İhsan Bey, bir türlü nefsine engel olamıyor ve yabancı hanımı, hayran hayran seyrediyordu. Râbia Hanım; içinden, “Ben İhsan Bey’in helâl eşiyim; hem daha güzel, daha temiz ve alımlı olduğum hâlde eşim bile bile harama nasıl meyleder?” diye eşine içinden kırgınlık yaşıyor, ama diliyle bunu ifade etmiyordu.
Rabia Hanım, bir anda irkilerek uyandı. Yanında masum masum uyumakta olan eşine baktı.
“-Estağfirullah el-Azîm! Şeytan hiç boş durmuyor, aklıma durmadan vesvese tohumlarını ekiyor.” diye düşündü.
Eûzü Besmele çekti. Tekrar uykuya daldı. Tekrar rüya âlemindeydi. Bu sefer de kıyamet kopmuş, ameller tartılmaktaydı. Rabia Hanım, önünde uçsuz bucaksız cennet bahçelerini seyrediyordu. Kendisinin cennette gireceği ve yetmiş kişiye de şefaat edebileceği müjdesi verilmişti. Rabia hanım, buna çok sevinmişti. O an içine bir ateş düştü, “Acaba İhsan Bey’e ne oldu ki?” diye düşündü. Etrafına bakındı, ama onu göremedi.
Birden bir ses duydu:
“-O gözünü muhafaza etmedi. Harama daldı. Onun yeri, burası olamaz!”
Râbia Hanım bir taraftan eşinin kendisine sadâkatsizlik yapmasına üzüldü, kırıldı. Ama bir taraftan da içinden yükselen muhabbet dalgaları, onu yanında görmek istiyordu. Kendisine şefaat edeceği “yetmiş kişiyi seçmesi” söylendi.
Râbia Hanım, şefaat etmek istediği kişileri söylemeye çalışıyor, fakat ağzından başka başka isimler çıkıyordu. Sanki kendi istediği kişilere değil de, ancak Allâh’ın izin verdiği kimselere şefaat edebiliyordu. Ağzından çıkanları, kulağı duyduğu zaman şaşkınlık yaşıyordu. Râbia Hanım, artık dilini kendi hâline bıraktı, acaba şimdi kimi söyleyecek diye merak içinde beklemeye başladı. En uzak akrabalarından, hiç tanımadığı kimselere kadar pek çok kişiye şefaat etti, altmış dokuz kişiye yardımcı oldu. Ama içinden hep:
“-Bu sefer İhsan Bey’i çağıracağım gâliba…” diye geçiriyordu.
Fakat altmış dokuz kişi içinde İhsan Bey, yoktu. Artık yavaş yavaş ümidini kesmeye başlamıştı. İçinden:
“-Âhh gözüm, sevgili eşim, bir bakışın nelere sebep oldu!..” diye hayıflanıyordu.
Râbia Hanım, yetmişinci kişiyi söylememek, son hakkını da başkasına kullanmamak için ağzını kapattı. O sırada bir nida geldi:
“-Onun hâlini gör de ona müjdele!”
Yetmişinci kişi olarak eşinin ismi söylendi. Cennete eşiyle beraber gireceği için sevinen Râbia Hanım, içinden:
“-Hani cennette hüzün, kırgınlık yoktu; ben hâlâ içimden beyimin gözünün sadakâtsizliğinin acısını yaşıyorum.” diye geçirdi.
Uyandığında vücudunun kaskatı kesildiğini fark etti. Heyecanla eşini uyandırdı:
“-İhsan Bey, çok garip bir rüyâ gördüm. Bak, hele bir dinle! Bu apaçık bir uyarı!..” diyerek bir solukta rüyasını anlattı.
Uzun müddet konuşamayan İhsan Bey, ellerini açıp:
“-Yâ Rabbi, ne niyetle olursa olsun; gözümü, kalbimi, aklımı ve âzâlarımı haramlardan muhâfaza eyle! Beni göz açıp kapayana kadar nefsimle baş başa bırakma!” diye dua etti.
Sonra minnet içinde bir abdest aldı, şükür namazı kıldı. Tekrar ellerini açtı:
“Benim bir an bile hataya düşmeme rızâsı olmayan Rabbim!.. Beni, insanlar içinde en sevdiğim hanımımın diliyle îkaz ettin. Hâlim, hatam ve içimden geçirdiğim bütün duygu ve düşüncelerim Sana ayândır. Bizi, dünya ve âhirette mahcub etme!.. Bilerek veya bilmeyerek yapmış olduğumuz hata ve günahlarımızı yüzümüze vurma. Hatalarımızı, Settar isminle ört. Biz, âciz kullarınız. Hatasız ânımız yok. Sen Vehhâbsın, her türlü nimet ve ihsanı bol olansın. Biz, âciziz, zayıfız; Sen Kâdir-i Mutlaksın. Sen bizi, bize bırakma… İnsanları, insanların insafına terk etme…” diye başlayıp devam eden uzun bir duâ daha yaptı.
İstiğfar ve gözyaşlarıyla süslediği tevbesinin ardından başına gelen bu hâli, ilâhî bir ikaz kabul edip hayatını tekrar gözden geçirdi. Hatalarını ve o hatalara götürecek yolları baştan kapamaya karar verdi. Günaha gidecek ilk adım hususunda daha dikkatli olmaya ahdetti. Sıradan bir insandı, “İhsan” oldu. İhsan’ın, Allâh’ın her an huzurundaymış gibi bir hayat sürmek olduğunun şuuruna vardı, “muhsin”lerden olmak için gayret etmeye niyet etti.
Spot:
ALLAH TEÂLÂ BUYURUYOR Kİ:
“(Rasûlüm!) Mü’min erkeklere, gözlerini (harama) dikmemelerini, ırzlarını da korumalarını söyle. Çünkü bu, kendileri için daha temiz bir davranıştır. Şüphesiz Allah, onların yapmakta olduklarından haberdardır.” (en-Nûr, 30)
YORUMLAR