Ahde Vefa

“Ey Rasûlüm! Muhakkak ki sana bey’at edenler Allâh’a bey’at etmektedirler. Allâh’ın eli onların elleri üzerindedir. Kim ahdini bozarsa ancak kendi aleyhine bozmuş olur. Kim de Allâh’a verdiği ahde vefa gösterirse Allâh ona büyük bir mükafat verecektir.” (Fetih, 10)

Zerreden kürreye tüm kainatın ve melekut âleminin yaratıcısı olan Halık-ı Zülcelâl, bizzat kendi rûhundan üfleyerek âdemoğlunu da yaratmış, ve ona şah damarından daha yakın olduğunu bildirmiştir. Zamandan ve mekândan münezzeh olan Allâh Teâlâ, ruhlar âleminden ölümüne kadar insanın her ânından haberdâr ve onu, onun kendisini tanıdığından daha iyi tanımaktadır.

İnsana imtihan vesilesi olarak nefs veren Yüce Allâh, ilk imtihanı ruhlar âleminde yapmıştır. Bu, “elest bezmi”nde gerçekleşen, Hâlık’ı ile kulları arasındaki o büyük sözleşmedir. İnsanın nisyân ile ma’lul olduğunu bilen Allâh Teâlâ, daha sonra bizlere bu ilâhî ahdi Kur’ân’da şöyle hatırlatır: 

“Kıyâmet gününde biz bundan habersizdik demeyesiniz diye Rabbin âdemoğullarından, onların bellerinden zürriyetlerini çıkardı, onları kendilerine şahit tuttu ve dedi ki: «Ben sizin Rabbiniz değil miyim?» (Onlar da) «Evet, buna şahit olduk» dediler.(Araf, 172)

Buna göre insan, Allâh’ı ‘Rabb’ olarak tanımış ve buna söz vermiştir. ‘Rabb’, sözlükte terbiye eden, gözeten, sahip, efendi demektir. Yani insan, Allâh’ı kendisinin sahibi ve terbiye edicisi olarak kabul etmiş demektir. 

Yine Kur’ân-ı Kerim’de “Verdiğiniz sözü yerine getirin. Çünkü verilen söz sorumluluğu gerektirir.” (İsra, 34) emri mevcuttur. Bu emir, yalnızca elest bezmindeki verilen söz için değil, onun gölgesinde dünya hayatında mahlûkata verilen sözleri de içine almaktadır. Bir başka âyette de:

“Anlaşma yaptığız zaman Allâh’ın ahdini yerine getirin. Allâh’ı üzerine şâhit tutarak pekiştirdikten sonra yeminleri bozmayın.” (Nahl, 91) buyurulmuştur.Yeminle pekiştirilen söz ise yerine getirilmediğinde cezâyı mûcip olacak kadar önemlidir.

Ahitleri yerine getirmek şart olduğu gibi onu îfâ etmek için çaba sarf etmek de gereklidir. Sıradan küçük bahanelerle yerine getirilemeyen sözün, hakkı verilmiş olmasa gerektir. Kişi, verdiği sözü hatırladığı an, buna, zorluğu aşacak ve zevkleri kıracak bir azmi de katması gerekir. Sözü yerine getirmek ne kadar zor olursa olsun bu azim kırılmamalı, gerçekleşmesi için her şeyi göze almalıdır. Peygamber efendimiz -sallallâhu aleyhi ve selem- bir hadis-i şerifinde: 

“Münafığın alameti üçtür; söz söylerken yalan söyler, söz verdiği zaman sözünde durmaz, kendisine bir şey emanet edildiği zaman hıyânet eder.” buyuruyor. 

Bir başka hadiste de: 

“Müslümanlar bağlamış oldukları şartlarına sâdıktırlar.” buyurarak vefâ ve vefâsızlığın arasını müslümanlık ve münâfıklık olarak ayırmaktadır.

Nitekim ilâhî gazâba duçâr olan nice kavimlerin helâki, Hakk’a verdikleri sözde durmamaları yüzündendir. Onlar, ahde vefakârlık etmek insanlık borcu iken buna yanaşmadılar, böylece ilim ve idrak, marifet ve iz’andan mahrum kalarak helâk oldular. Onların halleri görenlere ve sonradan gelenlere bir ibret dersi, muttakîler için de bir öğüt vesîlesi kılındı. Allâh Teâlâ helak ettiği kavimler için: 

“Onların çoğunda ahde vefa görmedik!” buyurmaktadır. 

Bu konuda en canlı örnek Yahudi milletidir. Yüce Allâh, Kur’ân’da da bildirdiği üzere onların üzerlerine Tur Dağı’nı kaldırıp ahit aldıktan sonra bile -pek azı müstesnâ- Allâh’a verdikleri sözden dönmüşlerdir. Allâh Teâlâ’nın kudretini gözleriyle gördükten sonra bile insanoğlunun nasıl nankörleştiğine bir örnek ve ibret kaynağı olmuşlardır. Nitekim bunun akabinde üzerlerine zillet ve meskenet damgası vurulmuştur. Buna karşılık ahde vefa, Müslüman’ın alametlerinden olmalıdır. 

Bildiğimiz gibi Peygamberimiz -sallallâhu aleyhi ve sellem-’e nübüvvet gelmeden önce de ‘emin’ sıfatı ile tanınmaktaydı. Bu sıfat, nübüvvetten sonra pek çok insanın ona iman etmesine vesîle olmuştur. 

Biz müslümanlar da sevgili Peygamberimizi örnek alarak olması gerektiği gibi toplumda örnek şahsiyet olmaya, en olgun seviyeye ulaşmaya gayret etmeliyiz. Muhakkak ki, hakka davette en güzel yol, davranışlarla örnek teşkil etmektir. Tasavvuf ehlinden Bündar Şirâzî -kuddise sirruh’a tasavvufun tarifi sorulduğunda:

“Tasavvuf, ahde vefâdır.” demiştir. Hazret-i Peygamberi adım adım takip eden sahâbe ahde vefâsını meşhur Rıdvan Bey’at’ında da göstermiştir. Burada en çok öne çıkan Hazret-i Osman’ın sadâkât ve vefakârlığıdır. Müşriklere, savaş için gelmediklerini, niyetlerinin yalnızca hac ve umre yapmak olduğunu bildirmek üzere elçi olarak gönderilen Hazret-i Osman’a, müşrikler: 

“–Yalnız kendi ibadetini yapmana müsaade ederiz. Ama diğerleri buraya giremezler!..” dedikleri halde onun cevabı açık ve nettir: 

“–Hazret-i Peygamber, Kabe’yi tavaf etmedikçe ben de edemem. Ben Beytullâh’ı ancak onun arkasında ziyaret ederim. Onun kabul edilmediği yerde ben de yokum!..” 

O sırada ashabından bey’at alırken onun sadakatinden emin olan Rasûlullâh, bir eliyle diğerini tutarak: 

“Allâh’ım bu da Osman’ın bey’atıdır. Şüphesiz ki o Sen’in ve Rasûlü’nün hizmetindedir.” buyurmuşlardır. Bu bey’at Allâh tarafından da övülmüştür: 

“Ey Rasûlüm! Muhakkak ki sana bey’at edenler Allâh’a bey’at etmektedirler. Allâh’ın eli onların elleri üzerindedir. Kim ahdini bozarsa ancak kendi aleyhine bozmuş olur. Kim de Allâh’a verdiği ahde vefa gösterirse Allâh ona büyük bir mükafat verecektir.” (Fetih, 10)

 Ahde vefâ konusunda dikkat edilecek husus, kullara verilen sözlerin, Allâh’a verilen sözün önüne geçmemesidir. İlk ve asıl söz “Elest bezmi”nde verilmiştir. Sonrakilerin buna bağlı olması gerekir. Bir hata olarak Allâh’a isyanda bir söz verilmiş veya günah bir iş için yemin edilmişse îfâ edilmesi gerekmez. Rasûlullâh -sallallâhu aleyhi ve sellem-: 

“Herhangi bir hususta yemin eden kişi, bundan daha hayırlı bir şey görürse yemin kefaretini versin ve daha hayırlı olan o işi yapsın.” buyurmaktadır.

 Konumuzu sona erdirirken, merhum Mehmet Akif Ersoy’dan nakledilen şu hatırayı zikretmeden geçemeyeceğim: 

Mehmet Akif, kızının nikah akdine, çok sevdiği ahbâbından olan Bosnalı Ali Şevki Efendi’yi de davet etmişti. Yaşlı hocaefendi bu dâvete biraz geç geldi ve gecikme sebebi olarak da vefâ yokuşundan çıktığını söyledi. Merhum Akif de bu yerinde mazereti, yerinde bir hakikatle mezcederek, mütebessim ve mânidâr bir şekilde şöyle dedi: 

“–Hangi vefa yokuşundan bahsediyorsun Hoca Efendi? Nesl-i hâzır o yokuşu çoktan düzledi.”

Rabbim, hepimizi ilâhi ahde ve dünyevî ahitlere vefâlı, Rasûlü’nün izinden ayrılmayan, sâlih ve sâdıklardan eylesin. Âmin. 

PAYLAŞ:                

YORUMLAR

İlk yorumu yapan siz olun!

Yorum Ekle