ÂH ŞU YEDİKLERİMİZ!

Bu günlerde zihnim yoğun bir şekilde, bize yedirilen ve içirilenlerle meşgul!..

Ne zaman televizyonun bir kanalını açsam ya da ellerim radyo frekansından bir yeri ayarlamak istese hep aynı konu karşıma çıkıyor: Gıdalar, organik gıdalar, gdo’lu ürünler...

Toplumda bir dönem, hep bir ağızdan aynı sesler yükseliyorsa, kâinâta yüce bir nefes üflendiğini düşünürüm: Diriliş nefesi!.. Herkes istîdadınca alır o nefesin ulvîliğinden nasibini... Bir süreçtir bu, önce haber verilir, ardından duyulur, ardından kulak ardı edenler ya da kulak kesilenler… Hayatın programlanmış kaydında, bu hep böyle değil midir? Dünya, fırsatlar dünyası, değerlendirebilene...

İşte bu günlerde bize yedirilenler ve içirilenlerin bir kez hatırlatılmasını istedi düşüncelerim... Yıllardır bağımsız çalışan ilim ehlinin ve tarihe adını yazdırmış mutasavvıfların; üzerinde hassâsiyetle durdukları konu: “Yediklerinize içtiklerinize dikkat edin!.. Çünkü siz, onlardan ibâretsiniz.”

Evvelâ eskiden olduğu gibi yokluk devrinde değiliz. Eskiden yedi kişilik bir âilede, pişen bir çeşit yemek varken, şimdi ne bu kadar sayıda bir âilemiz, ne de bir çeşit yiyeceğe kanaat eden bir yapımız var. Tüketim kültürünün yaygınlaştırılması ile beraber bedenimize yönelik olan ihtirasımız iştaha geldi. Biz verdikçe o istedi. O istedikçe biz verdik. Artık ne pişen yemekleri beğenir olduk, ne de soframıza yalnızca bir çeşit yemek gelir oldu.

Babalarımızın tarlasında ektiği buğday ile evde ekmeğini pişiren analarımız yok artık. Rahatlık ve huzuru, elimize âcil yardım paketi gibi ulaşan hazır gıdalarda aradık. Neden? Hem daha çok zaman kazanmak, hem de rahatımız adına… Böylelikle çocuklarımızla, misafirimizle, ilmimizle geçireceğimiz vakit daha çok olacaktı!

Şimdi bu sürecin yansımaları daha göz önünde... Fakat ne misafirle dolu dolu geçirilen bir vaktimiz, ne çocuklarla paylaşılan zamanlarımız var. İşler hâlâ yetişmiyor ve üstelik sıkıntılı gönül âlemi, iç buhranları yaşayan sabırsız, depresif, sürekli vesveseler içinde, hiperaktif, şuursuz nesiller yetişmeye devam ediyor.

İmam Şâfî’yi hatırlatıyor hâfızam... Uzun bir yolculuğun ardından menziline geldiğinde öyle iştahlı yemek yiyor ki:

“-Efendim!” diyorlar, “Herhâlde çok acıktınız?”

“-Evlâdım, yolda yiyeceklerin nasıl olduğu hususunda şüpheye düştüm de bu sebeple yol boyunca sadece burada yemek yedim.” diye karşılık veriyor.

Rivâyete göre, Hızır -aleyhisselâm- bir Hak dostunu ziyarete gelir. O Hak dostu, güzelce bir et yemeği pişirtir ve Hızır -aleyhisselâm-’a takdîm eder. Hızır -aleyhisselâm-, yemekten yemez. Bunun üzerine o Hak dostu:

“-Efendim, buyurun, helâl malımdandır.” deyince Hızır -aleyhisselâm-:

“-Doğru helâl malındandır, lâkin bu yemeği pişiren gafletle pişirmiştir.” deyip bir lokma bile yemez.

Kişinin ağzına girenin ne kadar önemli olduğunu, insana pozitif veya negatif nasıl bir enerji yüklediğini göstermektedir bu kıssa… Allah’tan perdelenmek istemeyişin tezâhürüdür bu reddediş… Yani yediklerimiz bizi ya gâfil ya da diri kılıyor. Ya ruhlarımızı kıyama getirip azim, gayret ve ibâdete, hizmete yöneliş artıyor ya da zikirde, şükürde, istiğfarda tembellik olarak yansıyor hâlimize…

Yani lokma vardır, kişiyi hak ile beraber eder. Lokma vardır, kişiyi şeytan ile beraber eder.

Seleften biri şöyle der:

“-Bazen yediği bir lokma yüzünden kulun kalbi ters çevrilir; böylece tabaklanmamış deri gibi çekilir ve kolayca da eski hâline dönemez.”

Fudayl bin İyaz -kuddîse sirruh- şöyle buyurmuştur:

“Kim içine gideni (yediği şeyleri) bilirse, Allah, onu sıddîk olarak tescil eder. Bu bakımdan ey miskin! Kimin yanında iftar ettiğine dikkat et!”

Kısacası kâinât başlı başına bir enerjiden oluşuyor. Cansız dediğimiz her varlığın bir şuuru var. Her biri birbirleri ile konuşmaktadırlar. Şüphesiz beni oluşturan hücrelerimin her biri şuur sahibi…

Cenâb-ı Hak, kıyamet günü kullarını hesâba çektiğinde, “onların ayakları ve elleri şâhidlik eder!” buyuruyor.

Demek ki, bugün onların konuşmalarını duyacak frekansımız, o mahşer yerinde açığa çıkacak. Eller, ayaklar şâhidlik edecek de ya organlar... Ya karaciğerim, ya kalbim, ya içini çöp gibi doldurduğum midem?! Şuursuz mu kalacak, dilsiz mi olacak?!. Sormayacak mı her bir organım, şuursuzca kullanılışının hesabını…

Ruha ulaşmanın yolu, bedeni de doğru kullanmaktan geçiyor. Öyle olmasa idi, derler miydi mutasavvıflar; “Ağzına girene, bir de ağzından çıkana bak!” diye.

Yediğimiz her şey, gönül âlemimizde olumlu ya da olumsuz etkiler bırakıyor.

Ebûbekir Sıddîk -radıyallâhu anh-’ın kölesinin getirdiği  sütle ilgili menkıbesini bilirsiniz. Hani parmaklarını ağzına sokarak istifrâ etmesini ve:

“-Damarlarımda kalan ve bağırsaklarıma karışan kısmından dolayı senden af dilerim ya Rabbi!..” deyişini...

Hazret-i Ebûbekir’in yaptığı şey, belki farz değildi. Fakat nasıl bir te’sir bırakıyordu ki yiyecekler şuura, gönül âlemine; Ebubekir Sıddîk bir damlasına bile tahammül edememiş ve böyle yapmıştı. Fakat bedenini her türlü pislikten temizlemek, sıddîkların takvasındandır.

Allâh’ım bu perdelenmişlikten, bizler de Sana sığınıyoruz.

Şimdiye gelelim.

 

Ne Yiyoruz, Ne İçiyoruz?

Sofralarımızda dört-beş çeşit yemek… Günde üç öğün yemek... Yediğimiz öğün sayısı, en az üç, ara öğünlerde yenilen kekler, çikolatalar, pastalar cabası… Bütün bunları hazırlamak için ömrümden çaldığım vakitler…

Yezid bin Ebî Süfyan’ın çeşit çeşit yemekler yediğini haber alan Hazret-i Ömer -radıyallâhu anh- kölesine:

“-Yezid, akşam sofrasını hazırlattığında, gel bana haber ver!..” dedi.

Köle haber verdiğinde Hazret-i Ömer, Yezid’in yanına girdi. Sofraya önce tirid getirildi, Hazret-i Ömer’le Yezid, birlikte bundan yediler. Sonra kızartılmış et getirildi. Yezid elini uzattığında Hazret-i Ömer, onun bileğinden tutarak:

“-Ey Ebû Süfyan’ın oğlu! Allah’tan kork. Yemekten sonra yemek olur mu? Ömer’in nefsini kudret elinde tutan Allâh’a yemin ederim ki, eğer selefin sünnetinden ayrılırsanız, bu ayrılık, sizi O’nun yolundan saptırır!..” buyurdu.

Bugünü asırlarca öncesinden haber veren Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem- buyuruyor ki:

“Âdemoğlu, karnından daha şerli bir kap doldurmamıştır. Âdemoğlu’na belini doğrultmasını sağlayacak birkaç lokma yeter. Eğer mutlaka yemek istiyorsa, karnının üçte birini yemek, üçte birini su ve üçte birini de nefes alıp vermek için ayırsın.”

Allah Rasûlü ve ashâbı, çok çeşit yiyecekler bir tarafa, bir çeşit yemekten de olabilecek en az miktarda yerlerdi. Yemek yemek, Rasûlullâh ve bağlıları için keyfe dönüştürülen bir durum değil, vücudun kuvvetli olması ve ibadetleri yaparken tâkatsiz kalmaması içindi. Yani bugünkü bakış açısının tam tersi...

Bugünkü tüketim çılgınlığına yenilmiş Müslümanlar, Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in hayatını kalplerinde yeniden tetkik etmek zorundadırlar. Silkelenmeli ve hayatın gâyesini boğaza ve şehvetlere indiren tüketim çılgınlığına, Rasûlullâh’ın baktığı açıdan bakmalıdırlar.

Evlerde pişen yemeğin çeşidi azalmalı ve öğünler, Rasûlullâh’ın sünneti istikametinde yeniden şekillenmelidir. Yemek için yaşamak değil, yaşamak için yemek duygusu yeniden hatırlanmalıdır.

Devam Edecek

PAYLAŞ:                

YORUMLAR

İlk yorumu yapan siz olun!

Yorum Ekle