Üç gonca; Zeyneb, Rukiye ve Ümmü Gülsüm. Henüz gençtiler. Henüz ömürlerinin baharında idiler. Üçü de biricik babalarına doyamadan ebedî hayata göçtüler. Üçü de ağır imtihanların altında idiler ve üçü de arkalarında mahzûn, gözü yaşlı bir baba bıraktılar. O baba ki, sırtında bir “ümmetin derdi”ni taşıyan, hayatı boyunca hep ümmeti için gözyaşı döken bir baba idi.
O kutlu baba, dünyaya garip geldi, garip gitti. O hep gariplerle beraber oldu. Mahzundu. Ve hep mahzun yaşadı. Kimsesizi gözetti, yetimi korudu.
Acılar, ibret nazarı ile bakıldığında, bir insana Allah tarafından verilen imtihan vesîleleridir. Zira ıztırap, sabrı öğretir; isyan ise, sonu gelmeyen dertlere dûçâr eder.
“-Bir belâ gelirse kendimizden, bir nîmet verilirse Rabbimizin keremindendir.” denilmesi lâzım... Tahammül, sefere çıkmadan kuşanılması gereken en güçlü silahtır. Çünkü acıyı veren de O, ıztırabı veren de O, selâmete çıkaran da...
O Kâinatın Efendisi, birçok sıkıntıyla karşı karşıya gelmişti. Şüphesiz bu sıkıntıların her birinin ayrı bir hikmeti vardı. Ve Efendimiz’in hayatı, bir bütün olarak ümmetine örnek teşkil ediyordu.
O, bir hadîs-i şerîfinde şöyle buyuruyordu:
“Mü’min kişiye bir ağrı, bir hastalık bir üzüntü, hatta ufak bir tasa isâbet edecek olsa, Allah onun sebebiyle mü’minin günâhından bir kısmını mağfiret buyurur.” (Buhârî, 966)
O’nun hayata baktığı zâviye buydu. Eğer kendisine isâbet eden bir musibet var ise, gelmiş geçmiş bütün hatalardan berî olan O Peygamber, yine de Rabbi tarafından mağfiret olunacağını düşünüyordu; “Şükretmeyen bir kul olmayayım mı?” düşüncesinden hareketle...
O’nun altmış üç yıllık kutlu hayatında, neredeyse tatmadığı acı kalmamıştı. Efendimiz daha dünyayı teşrif etmeden babasını, küçük bir çocukken de annesini kaybetti. Yetim kalmıştı. Dedesinin, amcasının himâyesinde idi, ama hangisi annesinin, babasının yerini tutabilirdi ki!.. Hangi koku, annesinin kokusuna denk gelebilirdi ki!.. Hangi ses, babasının müşfik sesinin yerini tutabilirdi! O, bir kere olsun babasını görmemişti. Bir kere olsun, babasının kucağında ona sımsıkı sarılmamıştı. O yüzden hep mahzundu. Hep gönlü kırıktı. O yüzden yetimleri daha iyi anlıyordu. Ve o yüzden hep “matemlerin civârında” ve “kanadı kırıklarla beraber”di.
Efendimiz’in çektiği sıkıntılar, ciltlerce kitaba sığmaz. Ancak O henüz hayatta iken tattığı evlat acıları, onları kendi eliyle toprağa gömmesi, târifi imkânsız büyük acılardır. Henüz hayatlarının baharında açmadan solan bu üç gonca; Hazret-i Zeyneb, Hazret-i Rukiye ve Hazret-i Ümmü Gülsüm’dür. Allah, onların hepsinden râzı olsun.
Üçünün de ıztırap dolu hayatları var. Ve üçü de biricik babalarının müşrik Mekke toplumu tarafından mâruz bırakıldığı bütün acılara bizzat şâhid olmuşlardı. Kendi kavmi tarafından zulüm gören ve dışlanan bir babanın acılarına, bir de bu üç goncanın genç yaşta vefatları eklendi.
İşte o üç goncadan ilki: Hazret-i Zeyneb
Hicretin 8. yılında Medîne’de 31 yaşında vefat etmişti. Hazret-i Zeyneb, Bedir’den sonra Mekke’den Medîne’ye hicret ederken müşrikler tarafından deveden düşürülmüş ve ağır bir şekilde yaralanmıştı. Bu hâdiseden sonra bir daha hiç iyileşemedi. Vefat ettiğinde, onu Ümmü Eymen, Ensar kadınlarından Ümmü Atiyye ve Efendimizin eşleri olan Hazret-i Sevde ile Ümmü Seleme yıkayıp âhiret yurduna hazırladılar.
Bu esnâda Âlemlerin Efendisi -sallâllâhu aleyhi ve sellem- onların yanlarına varıp:
“Onu yıkamaya, sağ tarafından ve abdest âzâlarından başlayınız! Su ve sidr (Arabistan’da yetişen, rengi koyu, latîf ve hafif olan bir çeşit kiraz ağacı) ile tek sayıda; üç, beş veya yedi kere, gerekli görürseniz daha fazla yıkayınız! Sonuncusunda suya kâfur koyunuz! Yıkama işini bitirince bana veriniz!..” buyurdu.
Hazret-i Zeyneb’in saçlarını taradılar, üçe ayırıp her birini bir bukle yaptılar. Buklelerden ikisi, Hazret-i Zeyneb’in yan tarafındaki, biri de ön tarafındaki saçlarındandı. Yıkamayı bitirdiklerinde Allah Rasûlü Efendimiz, beline bağladığı izârını onlara verip:
“-Bunu Zeyneb’e iç gömleği yapınız!..” buyurdu. (Buhârî, Cenâiz, 9, 13, 17; Müslim, Cenâiz, 36; İbn-i Sa’d, VIII, 34-36)
Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- cenâze namazını kıldıktan sonra mahzun ve mükedder bir şekilde kabre indi. Biraz durduktan sonra sevinerek dışarı çıktı ve:
“-Zeyneb’in zayıflığını düşünerek, ona kabir sıkıntısını ve harâretini hafifletmesi için Allâh’a duâ ettim. Allah Teâlâ da bu isteğimi kabul buyurup kabir azâbını ona hafifletti.” buyurdu. (İbn-i Esîr, Üsdü’l-Gâbe, VII, 131)
İkinci Gonca: Hazret-i Rukiye
O da 24 yaşında, Medîne’de, Hicret’in 2. yılında, yani Hazret-i Zeyneb’den 6 yıl önce vefât etti.
Hazret-i Rukiye, Hazret-i Osman -radıyallâhu anh-’ın zevcesi idi. Ve şu hâdise, onların ne kadar güzel bir çift olduklarını ortaya koyuyordu:
Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, Habeşistan’a hicret eden Hazret-i Osman ve kızı Rukiye’den bir müddet haber alamadı. Fahr-i Kâinât Efendimiz, zaman zaman dışarı çıkar, o taraflardan gelenlere evlatlarının haberini sorardı. Kureyş’ten bir kadın, Habeş diyarından geldi. Rasûl-i Ekrem Efendimiz, kızı ve damadını, ona da sordu.
O da:
“-Ey Eba’l-Kâsım, ben onları gördüm.” dedi.
Allah Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-:
“-Nasıllardı, iyiler miydi?” diye sordu.
Kadın:
“-Osman, Rukiye’yi bir merkebe bindirmiş götürüyor, kendisi de arkasından yürüyordu.” dedi.
Bunun üzerine Fahr-i Kâinât Efendimiz:
“-Allah yâr ve yardımcıları olsun! Şüphesiz Osman bin Affân, Lût (a.s.)’dan sonra âilesiyle birlikte Allah için hicret eden ilk insan oldu.” buyurdu. (Ali el-Müttakî, XIII, 63/36259)
Hazret-i Osman -radıyallâhu anh- hayâ timsâli, fedâkâr ve cömert bir insandı. Hazret-i Rukiye de aynı şekilde çok güzel bir hanımdı.
Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, çok sevdiği Üsâme bin Zeyd’i, çocukken bir kap yemekle onların evine göndermişti. Küçük çocuk eve girdiğinde bu iki güzel insan karşısında kendini alamayarak bir Hazret-i Osman’a, bir de Rukiye’ye bakmaya başladı. Sonra Peygamber Efendimiz’in yanına döndü. Allah Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem:
“-Yanlarına girdin mi?” diye sordu.
Üsâme:
“-Evet.” dedi. Âlemlerin Efendisi:
“-Peki onlardan daha güzel bir çift gördün mü hiç?” buyurdu.
Üsâme -radıyallâhu anh- da:
“-Hayır, ya Rasûlallah!..” cevâbını verdi. (Süyûtî, Târîhu’l-hulefâ, sh: 150)
Hazret-i Osman -radıyallâhu anh-, hanımı Rukiye ağır hasta olduğu için, Peygamber Efendimiz’in izniyle Bedir Gazvesi’ne katılamamıştı. Hazret-i Rukiye, ordu, Bedir’de bulunduğu esnâda vefat etmiş, zaferin müjdesi Medîne’ye ulaştığı gün toprağa verilmişti.
Fiilî olarak Bedir’de bulunmamış olmakla birlikte Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, Hazret-i Osman’ı, Bedir’e katılanlardan saydı ve ganimetten ona da pay ayırdı. (İbnül-Esîr, Üsdü’l-Ğâbe, III, 586; Süyûtî, Târîhu’l-hulefâ, s. 148)
Kızı Hazret-i Rukiye vefât ettiğinde, Fahr-i Kâinât Efendimiz kabrin yanına oturdu. Hazret-i Fâtıma da ağlayarak yanına geldi ve o da oturdu. Allah Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Hazret-i Fâtıma’ya olan merhametinden dolayı elbisesinin ucuyla onun gözyaşlarını sildi ve tesellî etti. (Ahmed, I, 335)
Ve Üçüncü Gonca: Hazret-i Ümmü Gülsüm
Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz, bir gün Mescid-i Nebevî’nin girişinde Hazret-i Osman ile karşılaşmıştı. Ona:
“-Seni son derece üzgün görüyorum!?” buyurdu.
Hazret-i Osman -radıyallâhu anh-
“-Yâ Rasûlâllah! Bana olan, hiç kimsenin başına gelmedi. Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in kızı vefat edince, O’nunla aramdaki hısımlık ve akrabalık bağı kesilmiş oldu!..” dedi.
Allah Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-:
“-Ey Osman! İşte Cebrâîl -aleyhisselâm-; Rukiye’nin kızkardeşi Ümmü Gülsüm’ü de aynı miktarda mehirle ve ona yaptığın hayat arkadaşlığı gibi bir arkadaşlık yapmak üzere sana nikâhlamamı, Yüce Allah tarafından bana emretti!..” buyurdu.
Böylece Allah Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, kızı Fâtıma’nın büyüğü olan Hazret-i Ümmü Gülsüm’ü Hicretin 3. senesinde Hazret-i Osman’a nikâhladı. (İbn Mâce, Mukaddime, 11/110; İbn Sa’d, VIII, 83)
Fahr-i Kâinât -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz:
“-Osman ile Ümmü Gülsüm’ü, ancak semâdan gelen vahiyle evlendirdim.” buyurmuştur. (Heysemî, IX, 86)
Peygamber Efendimiz’in kızı ve Hazret-i Osman’ın zevcesi Ümmü Gülsüm -radıyallâhu anha-, Hicret’in 9. senesinde vefat etti. Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, Hazret-i Ümmü Gülsüm’ü yıkayacak olanlara, onu üç, beş kere veya daha çok yıkamalarını, yıkanırken onun na’şının yeşil hurma dallarıyla örtülmesini emir buyurdu. Yıkayıcılara, bir de izâr verdi. Hazret-i Ümmü Gülsüm’ü Allah Rasûlü’nün halası Hazret-i Safiyye yıkadı. Esmâ bint-i Umeys ve Ümmü Atiyye de yıkamaya yardım ettiler. Hazret-i Ümmü Gülsüm’ün cenâze namazını, Peygamber Efendimiz kıldırdı ve kabrinin başına oturdu, gözleri yaşardı.
Osman -radıyallâhu anh-, Hazret-i Ümmü Gülsüm’ün vefatına çok üzüldü ve ağladı.
Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, Hazret-i Osman’ın gam ve kederle dolu bir şekilde dalgın dalgın yürüdüğünü gördü. Onu yanına çağırdı ve fısıldayarak:
“-Osman, üçüncü bir kızım daha olsaydı, onu da sana nikâhlardım.” buyurdu. (Bkz. İbn Sa’d, III, 41; VIII, 38-39; Heysemî, IX, 83; Taberî, Târih, III, 155)
İşte Efendimiz’in yaşadığı evlât acısını en açık bir şekilde ortaya koyan bu üç goncanın vefat sahneleri… Üçü de genç yaşta ve henüz evliliklerinin ilk yıllarında. Şüphesiz bu, hem Efendimiz için ağır bir imtihandı, hem de onların mübârek kocaları için… Ama ilâhî takdir böyle uygun görmüştü. Teslimiyetten ve tevekkülden başka ne gelirdi elden?!
YORUMLAR