Çağımızda artan üretim ve hızla gelişen teknoloji, bizlere rahat bir hayat sunarken bir yığın isrâfı da beraberinde getirdi. Her alanda olduğu gibi yeme-içmede yapılan savurganlıklar da ciddî boyutlara vardı. Meselâ yıllarca önüne geçemediğimiz ekmek israfı, açlıkla mücadele eden birkaç ülkeye yetecekken, ülkemizde her gün üretilen 120 milyon ekmeğin 12 milyon kadarı çöpe gidiyor. Büyüklerimizin “nân-ı azîz” (mübarek yiyecek) dedikleri bu nîmetin hoyratça israfı hakikaten çok üzücü... Yatılı okullar, hastahâneler, resmî iş yerlerindeki israflar bir yana, lokantalar ve beş yıldızlı otellerdeki israflar da son derece korkutucu... Beş yıldızlı otellerdeki lokantalar, hatta çoğu pastanelerdeki “altmış çeşit kahvaltı ve sınırsız içecek” şeklindeki açık büfe sunumlara ne demeli!.. Aslında çoğu, kâr adına israfa yol açan tuzaklardan başka bir şey değil.
İnsanımız böylesine göze hitap eden bir tezgâha yaklaşınca, belki yerim düşüncesiyle, nerdeyse üç kişilik yemek alıyor. Karışık yiyeceklerle tıka basa dolan mideler ifsad edildiği gibi, kalan birkaç kişiyi doyuracak yemek de çöpe gönderilerek israf edilmiş oluyor. Kapitalist sistemin ortaya çıkardığı bu self servisler, birçok toplantılarda uygulandığı gibi maalesef evlerde misafirlere de uygulanır oldu. Böyle yapmakla kültürümüzdeki misafir ağırlamanın edep ve nezâketini kaybederken, bir de masalarda sergilenen onlarca çeşit ikramlarla güç gösterisi yapmaya başladık. Ardından bu karmakarışık yiyeceklerle doldurulan mideye bir de soda gönderiliyor.
Bu yapılanlar sünnete uygun değildir. Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’e kulak verelim:
“Canının çektiği ve arzu ettiği her şeyi yemen, şüphesiz israftır!” (İbn-i Mâce, Et‘ime, 51)
Ayrıca her gün ve her saat, televizyonlarda gördüğümüz reklâmlarla tetiklenen yeme arzusu, bilinçsiz beslenmeyi yaygınlaştırıyor. Gece yarısı olduğu düşünülmeden maddî kaygılarla yayınlanan reklâmlar, yemek saati alışkanlıklarını ortadan kaldırdı. Televizyonda ızgara üzerinde pişirilen bir sucuk gördüğümüzde, saatin kaç olduğunu önemsemeden mutfağa koşan da biziz, sokakta yürürken kokusuna dayanamayıp önümüze geleni alan da biz!.. İrâdemize hâkim olamıyor ve sınır tanımaz bir hâle geliyoruz! Bu da kaçınılmaz sonu beraberinde getiriyor: Çeşit çeşit diyetler, zayıflama ilaçları, sağlıklı beslenme adına katlanılan sıkıntılar…
Bugün artık yeme-içme alışkanlıklarımızı sorgulamalı ve beslenme programımızı yeniden düzenlemeliyiz. Her zaman önceliğimiz, Yüce Kitabımız ve Sevgili Peygamberimiz’in tavsiyelerine uymak olmalıdır. Rabbimizin yüce buyruklarının, bizim için hayatî değer taşıdığı unutulmamalıdır. Kur’ân-ı Kerîm’de yeme-içmede israf etmemekle ilgili tavsiyeler bulunmaktadır. Âlimlerimiz, “…Yiyin, için, fakat israf etmeyin...” (el-A’râf, 31) âyetini kastederek:
“Cenâb-ı Hak, tıbbı, yarım âyette hülâsâ etmiştir.” demişlerdir.
Bu âyetin yorumunda İbn-i Sînâ’nın şöyle dediği nakledilir:
“Mideyi, iştahı yok edecek derecede doldurmayın. Az yiyin; yemekten sonra dört-beş saat geçmeden uyumayın. Şifâ hazımda, sıhhat de sabırdadır!”
Aslında yemekten maksat, zevk ve lezzet alarak nefsin boyunduruğu altına girmek değil, Allâh’a kulluk ve ibadete güç kazanmak olmalıdır. Yani yemek, bizzat gaye değil, hedefe giden yolda bir vâsıta olarak görülmelidir. Yeme ve içmede tehlikeli olan şey, tokluk sebebiyle günaha düşmektir.
Mevlânâ Hazretleri, yeme-içme ile insan mâneviyâtı arasındaki alâkayı şöyle dile getirir:
“Kene gibi pis bir deriye konup şişeceğine, kuşlar gibi yarı aç ol ki, fezâlarda dolaşasın.”
Anlaşılan odur ki, ihtiyaç kadar yemek serbesttir. Ama ihtiyaç fazlası, iştahı tüketecek kadar yemek israftır. Öyle ise, iştah gitmeden sofradan kalkma iradesini göstermeli, bedeni hantallaşmaya mâruz bırakacak kadar aşırı yemekten kaçınılmalıdır. Bu hususta Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem- şöyle buyurmuşlardır:
“Mü’min bir; kâfir ise yedi mide ile yer.” (Müslim, Eşribe, 186)
Demek ki mü’min, her canının istediğini, sınırsızca tıka basa yiyemez. Allah Teâlâ, kâfirlerin yeme konusundaki tavrını, bir teşbihle şöyle anlatmaktadır:
“…İnkâr edenler, dünya hayatından canlarının istediği gibi istifade eder ve hayvanların yediği gibi yerler!” (Muhammed, 12)
Mâlum olduğu üzere kâfirlerin hemen bütün ihtimamları, midelerine ve şehvetlerine yöneliktir. Âhirete dönüp bakmazlar, dünyaya karşı son derece harîstirler (hırslı, isteklidirler). Dolayısıyla mü’min, onlardan farklı olarak yeme-içmede ölçülü olmalı, dünyaya ve nimetlerine karşı ihtiyaç nispetinde rağbet etmelidir.
Bir hadîs-i şerîfte anlatıldığına göre, çok yiyen bir adam geğirmeye başlayınca, Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem- adamcağızı:
“-Geğirmeyi bırak. Çünkü dünyada çok doyanlar, kıyamet gününde en uzun müddetle aç kalacak olanlardır.” diye uyarır. (Tirmizî, Kıyâme, 37)
Hazret-i Âişe -radıyallâhu anhâ-, Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in vefatından sonra ümmette zuhûr eden ilk belânın “tokluk” olduğunu söylemiştir.
İmâm-ı Gazâlî ve İbn-i Sînâ gibi âlimlerin beslenme hususunda iki prensipte ısrar ettikleri görülür:
1- Hakikî açlık hissedilmeden, yani iyice acıkmadan yemek yememek,
2- Hakikî iştah mevcut iken, iyice doymadan sofrayı terk etmek. İki öğün arasında hiçbir şey yememek gerektiği de ayrıca bilinmelidir.
İbn-i Haldun çok yemeye alışan kimselerin, kıtlığa mâruz kaldıkları zaman, az yemeye alışanlara nazaran çok fazla zâyiat verdiklerini kaydetmiş, “Onları öldüren karşılaştıkları açlık değil, daha önce alışmış oldukları tokluktur.” demiştir.
Yapılan araştırmalara göre, vücut, acıktığı zaman, bünyede birikmiş olan zararlı maddeleri yiyerek temizlemek sûretiyle birçok hastalığın âmillerini bertaraf etmektedir. Bu sebeple tıp, oruç için “bıçaksız ameliyat” tâbirini kullanmaktadır. İlk günlerde oruçluda görülen ağız kokusu, sözünü ettiğimiz zararlı maddelerin temizlenme ve tasfiye edilmesi sonucu vukua gelmektedir.
Yemek ihtiyacı duyduğumuz zaman, vücudumuz bazı belirtilerle bunu açığa vurur. Açlığın, boş mideyle ilgisi yoktur. Oysa insanların çoğu, açlığın boş mideden ileri geldiğini düşünürler. Bildiğimiz gibi bir bebek boş mideyle doğar, yine de birkaç gün açlık hissetmeyebilir. Hasta ve ateşli kimseler de günlerce hiçbir şey yemek istemezler. Midelerinin boş olmasına rağmen açlık hissi onlar için söz konusu değildir. Demek ki, acıkmak, midenin boşalması mânâsına gelmemektedir.
Açlık, kanda belli bazı besleyici maddelerin yokluğu veya eksilmesi hâlinde başlar. Kan, bu tür maddelerin yetersizliğini hissedince, beynin “açlık merkezi” diye bilinen kısmına bir mesaj iletir. Açlık merkezi, mide ve bağırsaklar üzerinde bir fren çalışması yapar. Kanda yeteri kadar gıda maddesi olduğu sürece, açlık merkezi bağırsakların çalışmasını yavaşlatır. Aksi durumda, açlık merkezi onların çalışmasını daha hızlandırır. Onları tam aktif hâle getirir. Aç bir kimsenin karnında gurultular duyması bunun sonucudur. Açlıkta gelişigüzel, tıka basa karın doyurmak, mide şişirmek bir şeye yaramaz. Esas olan, vücutta yokluğu hissedilen, azalan gıda maddelerinin alınmasıdır.
Bir insan acaba ne kadar zaman hiç gıda almaksızın yaşayabilir? Bu durum, söz konusu kimsenin yapısına, sağlık şartlarına, yetiştiği ortama bağlıdır. Sâkin bir insan, coşkulu, heyecanlı, kolay kızan ve tahrik olan bir kimseden daha uzun süre gıda almaksızın yaşayabilir. Çünkü sâkin insanın vücudunda depolanmış protein daha yavaş yanar. Hiç gıda almaksızın uzun süre yaşayabilme rekorunun Güney Afrikalı bir kadına ait olduğu bilinmektedir. Anlatıldığına göre, bu kadın, tam 102 gün hiç bir şey yemeksizin, sadece su ve soda içerek yaşamıştır.
Yeme-içme üzerinde yapılan çalışmalarda çok yemenin sebeplerinin, bir öğünde tek çeşitten ziyâde çeşitli yiyeceklerin yenmesinin, daha lezzetli ve yoğun enerjili gıdaların bulunmasının tesirli olduğu tespit edilmiştir. Yiyeceklerin muhtevâsının yanı sıra görüntüsü ve kokusunun da iştahı artırdığı ve daha fazla tüketimi teşvik ettiği gözlenmiştir. Böylece günümüzde gittikçe yaygınlaşan self servislerle insana çok yemenin yolu açılmaktadır. Sağlıklı ve dengeli beslenerek israftan kaçınmayı, yediklerimizin şifâya vesile olmasını ve kullukta bize yardımcı olmasını, Rabbimiz lûtfeylesin. (Devam edecek)
YORUMLAR