15 Temmuz Hanımları

“-Türk milleti en başından beri kadınlara gereken ihtimamı göstermemiş. Bu, taa Osmanlı zamanından beri böyle… Bunun sebebi nedir?” diye sordu, üniversitede okuyan yabancı uyruklu genç... Hocası sorusuna soruyla cevap verdi:

“-İstanbul deyince aklına hangi semt gelir?”

“-İstanbul mu? İstanbul deyince herkes önce «Üsküdar» diyor hocam... Ben de en çok orayı sevdim galiba.”

“-Peki, Üsküdar’daki en büyük, en görkemli câmilerin adını söyler misin?

“-Mihrimah ve Vâlide-i Cedîd.”

“-Bizim medeniyetimizde câmi, şehrin kurulma esasıdır. Bir yere önce câmi yapılır, ondan sonra etrafına şehir inşâ edilir. Osmanlı devri ise, Türk mîmarîsinin kemâli… Şimdi! Büyük bir şehrin ortasına, o din ve medeniyeti temsil eden iki câmi yapılıyor, câmiler de isimlerini devrin önemli hanımlarından alıyor. Bu millet, hanımlarına değer vermiyor mu, bir daha düşün.

* * *

Bu kısa hâdiseyi, 15 Temmuz Şehidler Günü’ne bağlamamın sebebi, mükerrem ve nadide Türk annelerimiz, kadınlarımızdır. O gün, milleti için kanı toprağa düşmüş her bir canın kıymetini anlatmaya muktedir olamasam da; bugün mezar taşında:

Yarınların sahibi ey gençlik, iyi tanı,

Ebedî sükûnetle bu mezarda yatanı,

Hak için, bayrak için canını fedâ edip

Armağan etti bize bu mukaddes vatanı...” yazan, Kurtuluş Savaşı kahramanı Tayyar Rahime Hanım’ın, Nene Hatun’un, Şerife Bacı’nın, Kara Fatma’nın sancağını devralan 15 Temmuz’un şehid kadınlarını bir başlık altında yâd etmek istedim.

Parmağının ucundan, dokunduğu yere hayat suyu fışkırtan, onun olduğu çöllerde dahî varlığı su bereketi olan kadın… O gece de, 10 şehid hanım, varlığını vatanına hediye ederek, nice nesillerin uzun seneler sînesinde yağmurlara gebe bulut kümeleleri oluşmasına vesîle olmuştur. Yüzlercesi de “gâzî” olarak, asr-ı saâdetten, Kurtuluş Savaşı’ndan bize emanet olan kadının at üzerinde kılıç kuşanması emanetini yüklenmiştir.

Zeynep Sağır: İki evlâdının fotoğrafını sosyal medyada; “Bu kadar şehid yeter!” mesajıyla paylaşan, paylaştıktan kısa süre sonra Hak katına yükselen, ömrünü vatana hizmetle geçirmiş, Adana Yüreğirli şehid komiser... O, her şeyden önce kendisini “Anne” bildiği için, şehâdetin kokusunu duyduğumuz cümlesi de çocukları içindi. Gözü yaşlı kalmasın çocuklar, gök kubbenin altında anasız bırakılmasınlar diye... Çünkü anasız kalmak; vatansız kalmaktı. Anasız kalmak; yersiz, yurtsuz hissetmekti. Anne kalbi, dünyada sahip olunacak en yüce dâr, sığınılacak en güzel gölgelikti. O gece Gölbaşı Harekât Merkezi’nde, ele geçirilen milletin uçağı ile açılan ateşte annemiz toprak, onun fânî bedenini bağrına bastı.

Sevda Güngör: Feryat eden annesinin tabutunun üzerine kapanıp:

“-İçim yanıyor!” demesinin içimizde bıraktığı derin sancıyla hatırlandığı kadın... Polis olmak, onun çocukluk hayaliydi. İdeallerine ulaşmak için her zaman çalışan Sevda Hanım, o gece darbe girişimini duyunca ne âile, ne can, ne yâr düşünmeksizin vazife yerine gitti. Giderken her adımında şehidlik arzusuyla bastı toprağa… Çünkü o, Meryem misâli çocukluktan adanmış, yüce bir ruhtu. Bu gayenin bidâyetinde niyetini kalbine “şehidlik” diye yazmıştı. O da Gölbaşı Harekât Merkezi’ndeki şehidlerimizden…

Kübra Doğanay: Polis olmayı, vatanı için can vermeyi, daha on iki yaşında gönül ve fikir âlemine yerleştirmiş, yetenekleri onu farklı alanlara kanalize etse de, o rabtettiği hedefinden gözlerini ayırmamış olan hanım… Özel Harekât Daire Başkanlığı İç Hizmetler’de vazifeli 23 yaşındaki Kübra, şehid olmadan bir ay önce dilekçe yazıp:

“-Ben bu vatan için kanımı dökerek şehid olmak için polis oldum. Masa başı işi yapmak için değil!” deyip Hafsa Hatun meşrebini ve hâlis niyetini ortaya koymuştu. Bu hâdiseyi dinleyince aklıma asr-ı saâdetten bir pencere açıldı:

“Şeddâd -radıyallâhu anh-’tan rivâyet edildiğine göre, bedevîlerin biri Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’e geldi ve O’na îman etti, O’na uydu sonra da:

«-Yurdumdan göç edip Sizinle birlikte oturacağım.» dedi.

Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, ashâbından birine, onunla ilgilenmesi için tavsiyede bulundu. Daha sonra bir savaş oldu. Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, düşmandan esirler aldı ve esirleri taksim etti, o kimseye de hissesini ayırdı. O kimse, kendisine emanet edildiği sahâbînin koyunlarını otlatıyordu. Koyunlarla beraber döndüğünde onun hissesine düşen esir kendisine verildi. O:

«-Nedir bu?» diye sorunca:

«-Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in sana ayırdığı hissedir.» dediler.

O, hissesine düşen esiri Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’e getirdi ve:

«-Bu nedir?» diye sordu. Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem-:

«-Bunu da sana ayırdım.» buyurdu. O adam:

«-Ben ganimet elde etmek için Sana uymadım.» boğazını göstererek,«Ben şuramdan ok ile vurulup şehid olup Cennete girmek için Sana uydum.» dedi.

Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem-:

«-Eğer gerçekten doğru söylüyorsan ve Allâh’a verdiğin sözü tutarsan, Allah da istediğini verir.» buyurdu.

Kısa bir müddet sonra düşmanla savaştılar. O adamı işaret ettiği yerden okla vurulmuş olarak, Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’e getirdiler.

«-Bu, o adam mı?» dedi. “Evet” dediler. Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem-:

«-Allâh’a verdiği sözü tutmuş. Allah da dilediğini ona vermiş.» buyurdu.

Sonra onu kendi cübbesi ile kefenledi ve önüne koyarak namazını kıldı. Namazda işitilen duâsı şöyle idi:

«-Allâh’ım, bu kulun Sen’in yolunda hicret ederek şehid oldu. Ben de buna şâhidim.» buyurdu. (Nesâî, Cenâiz, 61)

* * *

Demet Sezen: Özel Harekât Daire Başkanlığı İnsan Kaynakları’nda çalışan Demet Hanım’ın vazifesi, şehid âilelerine acı haberi ulaştırmaktı. O, sadece bu haberi vermekle kalmaz, geride kalan acılı yakınlarıyla ilgilenir, çocuklarına hediyeler alır, teselliye mâtuf cümlelerle onları teskin ederdi.

O gece; meslektaşı olan eşine küçük evlâdını bırakarak, dünyadaki en büyük sevgi olan evlât sevgisinden, onun cennet kokusundan, avuçlarının içindeki bahardan, vatan aşkı için vazgeçmişti. Ebedî bahar için şehid olma arzusunu heybesine katıp çalıştığı yere gitti. İkinci bombada şehid düştü.

Cennet Yiğit: Daha 23 yaşında, o gecenin en genç şehidlerinden bir goncaydı o... Nasıl güzel gülerdi bilemezsiniz. Resmettiği bütün renkler, yüzünde ışıl ışıl parlardı sanki... Umutları daha demini almayacak kadar tazeydi; bir ay sonra nişanlanacaktı. O gece Özel Harekât’ta nâzenin bedenine bir misket bombası isabet ederek teslim etti canını... Babası onun geride öksüz kalan tualine, fırçasına bakarken:

“-O bombayı atan pilotun gözlerinin içine bakmak isterdim!” dedi.

Ona neler söyleyecekti o bakışlar, kim bilir?! Baktığı yerde yangın çıkaracak kıvılcımlar saçan acı, o hâine neler haykıracaktı?

Gülşah Güler: Gölbaşı Harekât Merkezi’nde komiser yardımcısı olan Gülşah, 24 yaşında, şecaatini ve keskin bakışlarını kendisine kalkan edinmiş, hedefine doğru adım adım ilerleyen bir gençti. Vazifesine başlamadan önce annesine:

“-Kızının adını bütün Kırıkhan duyacak!” demişti.

O gece âilesi ısrarla arayınca:

“-Aramayın çatışma var, önce vazife!..” diyerek meydanlarda korkusuzca harp ederken vazife aşkıyla canını teslim etti.

Ayşe Aykaç: 4 çocuk annesi Ayşe Hanım, mahcûbâne tavırları, giyim-kuşamı, hoş kelâmı, becerikli elleriyle mazbut bir ev hanımıydı. Toplumsal hâdiseler, ayaklanma ve propagandalarda çekimser bir tavır alır, sokaklar karışıkken dışarıya çıkmaya korkardı.

O gece, Cumhurbaşkanı’nın çağrısını duyunca, gönlündeki îman ateşi onu yerinden kaldırdı, güzel bir abdest alıp namaz kıldı. Eşiyle kol kola girip o hep imrendiği şehâdete yürüdü, şehidler köprüsünde... En ön safa geçtiler.

Ayşe Hanım, kolundan giren kurşunun göğsüne saplanmasıyla eşinin kollarına düştü. Dizlerine yatıp, ömrünü paylaştığı eşinin gözlerine baktı; ikisinde de ne korku ne hüzün vardı. Dudaklarından ne “Evlatlarıma iyi bak!”, ne de “Üzülme sen!” gibi cümleler döküldü. Çünkü onun dudaklarına şehâdet şerbeti nasip olmuş, göğsünden akan kanlara rağmen bülbül gibi kelime-i şehâdeti söylüyordu. Hiç zorlanmadan, takılmadan ömrü boyu düşlediği son kelimelerini söyledi.

Sevgi Yeşilyurt: Bir aslan... Vatan söz konusu olunca bir anne aslan kesilen bir karadeniz hanımı. İki çocuğunu çalışarak okutan Sevgi Hanım, o gün hâdiseleri televizyondan öğrenince, daha çağrı yapılmadan sokaklara fırladı. Öyle bir hızla çıkmıştı ki, komşuları onun ayakkabılarını yolda yürürken giydiğini gördüler. Sanki “Onun olmadığı yerde kimse olmayacak” gibi... Sanki o yetişmezse, köprü denize düşecek gibi koşuyordu İstanbul’un sokaklarında... Köprüye ulaştığında yüreğindeki coşku devam etti. Hâinler üzerlerine ateş açtığında köprüdekiler eğilirken, o bedenini ateşe siper edip tankların üzerine koştu. Koştu ve şehâdeti içti, kana kana... 51 yaşında Cenâb-ı Hakk’a yürüdü, genç bir şehidlik heyecanıyla…

Türkan Türkmen Tekin: Üç çocuk annesi, 43 yaşındaki Türkan Hanım, telaşlara, koşturmalara alışıktı aslında. Mücadeleye de... Yıllarca başörtüsü mücadelesi vermişti. Ama o gece çağrıdan sonra farklı bir telaşla hazırlandı. Saniyeler içinde kapıdaydı. Ayakkabı giyerek vakit kaybedemezdi. Terliklerini giydi ve eşiyle Esenler’den Atatürk Havaalanı’na yürüdüler.

Yol boyu, dilindeki tek şey duâlardı, hayatı boyunca olduğu gibi... Sonra birden karardı her yer. Halk, tankı görmesin diye ışıkları söndürmüşlerdi. İşte o an hâin darbecilerin kullandığı tankın altında kaldı, Türkan Hanım. Bedeni parça parça olurken, melekler kucaklıyordu onu… Düğün gününün camide olmasını arzu etmişti. En güzel yerdi onun nazarında, Allah için secde yapılan yerler… Bu gün de onun için bir Şeb-i Arûs’tu. Vuslattı ölüm; yeniden doğuş, onun gibi mücâhide hanımlara.

Yıldız Gürsoy: Bir evlâdı olan Yıldız Hanım, mücadeleyle geçirmişti ömrünü... Çaycılık yaparak geçimini sağlıyordu. O gün annesinden helâllik alarak çıktı sokaklara… Genelkurmay Başkanlığı’nın önüne geldiğinde, önce kulağının ardından bir şarapnel parçası isabet etti. Başı ağır yaralanan Yıldız Hanım, yaranın tesiriyle yere düştü. Mermilerden kaçan halkın oluşturduğu izdiham sırasında yerde kalan bedeninin birçok yerinde kırıklar oluştu. Kaldırıldığı hastanede bir hafta sonra şehâdete kavuştu.

Türk toprağı, nice anne kanını “azık” diye içmişti ya; bu yüzden bağrında büyüyen nice çocuklara can suyu olarak geri dönecekti o aziz kanlar... Onun için bu topraklar, Anadolu’ydu. O uzun gecenin sonunda, dimağlarımızda tekerrür eden bir âyet vardı:

“Bir de Allah, böylece îman edenleri günahlardan arıtmak, inkârcıları ise yok etmek ister. Yoksa Allah içinizden cihâd edenleri belli etmeden, sabredenleri ortaya çıkarmadan cennete gireceğinizi mi sandınız?” (Âl-i İmrân, 141-142)

PAYLAŞ:                

YORUMLAR

İlk yorumu yapan siz olun!

Yorum Ekle